13 Aralık 2010 Pazartesi

TÜRK EVİNİN TÜRKİYE YILLARI VEYA BATILILAŞMA MACERASI

http://www.karabukdefterdarligi.gov.tr/IMAGES/safranbolu3.jpg
Türklerin yaşama mekanları tarihin en eski çağlarından beri içinde oturanlardan çok dışında 
kalanların ilgisini çeker.


Dişi kurdun çocukları ile M.Ö.1700’lere doğru tanışan Çinli gezginler ve kronikçiler eserlerinin bir bölümünü şimal komşularının yaşama mekanlarına ayırırlar. Ak keçeden yapılmış değirmi çadırlara duyulan ilgi, Hunların Orta Asya Türk birliğini sağlamasının ardından, daha da artar. Çinlilerin 1500 yıl boyunca bozkırlı göçebelerin barınakları diye küçümseyerek andıkları keçe çadırlar, Hunların yükselişiyle birlikte gücün simgesi olarak tasvir edilir. Orta Asya’ya ayak basan ilk Batılı gezginlerin ve en eski Grek tarihçilerin eserlerinde de, benzer anlatılara yer verilir.
Türklerin kitleler halinde İslamiyeti kabul etmeleri, bu kez Arap gezginlerinin bakışlarını Türk evlerine çevirir. Asya’yı bir uçtan bir uca gezen İbni Fadlan, Ebu Dulef İbni Cübeyr ve İbni Batuta gibi Arap seyyahların eserlerinde ak keçeden yapılmış değirmi çadırlardan ve bu mekanlarda yaşanan hayatlardan uzun uzadıya söz edilir. Türklerin ak keçeden değirmi çadırları öylesine ilgi çeker ki, bir çok Arap tarihçi eserlerinde Hazreti Muhammed’in bile bir seferinde bu çadırlarda oturup ibadet ettiğine dair haberler e yer verirler.
Selçuklu ve Osmanlı’nın kuruluş dönemlerinde; Anadolu’ya gelen ilk batılı seyyahlar, ancak dışını görebildikleri Türk evlerini “taş, kerpiç ve balçıkla örülü duvarlar”dan ibaret yapılar olarak tasvir ederler .Macera peşinde koşan bu “basit seyyahlar içeriye nüfuz etmedikleri için evlerin ancak fazla gösterişli olmayan dış kısımlarını anlatabilirler”.
http://www.tourguideinistanbul.com/resimler/Istanbul-eskiev.jpg
Türkleri, Haçlı Seferleri’ne katılan şovalye ve maceraperest seyyahların anılarından veya “Binbir Gece Masalları”nın abartılı anlatılarından öğrenen Batılılar; Türk eviyle karşılaştıklarında hayal kırıklığına uğrarlar. Tuna boylarında at koşturan “Muhteşem Türk”lerin bu mekanlada yaşadıklarını anlamakta zorluk çekerler. Daha sonra; bu basit yapıları, kendi görkemli şatolarıyla karşılaştırarak, büyük bir zevkle küçümser, hafife alır ve bu duygularla pembe hayaller kururlar. Dışarıdan baktıkları ve abartarak çizdikleri Türk evi resmini, zaten göçebe olan Türklerin feth ettikleri topraklarda kalıcı olmadıklarının işareti sayar; Avrupa başkentlerini sevince boğarlar.
İstanbul’un Fethi Ortaçağ’la birlikte Batı’nın Doğu’ya bakışını da değiştirir. Bu sürçte Türklerin ve Türk evinin Avrupadaki imajı da yenilenir; daha bir dikkatle incelenip tanımlanır. Kimi gezginler, “kadınlar dışarıyı görmesinler diye sokak tarafına pencere koyulmadığı için”. Türk evinin güzel görünmediğini anlatırken, kimileri de “yemekte konuşup eğlenmemek..‘Allaha şükür’ deyip sofradan kalkarak yerlerini başkalarına bırakmak.. hiç tanımadıkları kimseleri bile, sofralarına oturtmak gibi Türklerin iyi huylarından söz ederler .
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/01/17/00099843.jpg
Başlangıçta kağıt üzerinde kalan bu düşünceler, 15. Yüzyıl’ın ortalarından itibaren, Balkanlardan Baltık kıyılarına kadar uzanan geniş sahada, kültür ve sanatın bir çok dalını etkiler. Avrupa’yı bir baştan öbür başa “alaturca” modası sarar. “Türk gibi” olmak adına edebiyat, musiki ve ve mimaride önemli etkilenmeler gözlenir.
Balkanlı hristiyan şairler, Türkçe öğrenmek, okumak ve yazmak yarışına girer; Osmanlı-Türk edebiyatından etkilenip esinlenerek gazel, şarkı, kaside ve şarkı gibi divan tarzına özgü formlarda şiirler yazarlar. Türk düşmanlığıyla ünlü Sırbistan Prensi Miloş konağını, can düşmanı Osmanlı’nın özgün mimari üslûbunda, üstelik harem—selamlık geleneğine uygun iki ayrı bölüm halinde yaptırır.
Türkistan’dan sökün edip gelen Sarı Saltık ve Gül Baba gibi Yesevi dervişleri ile 12. Yüzyıl’da tanışan Balkan halkları arasında; özellikle İslamiyeti kabul eden Pomak, Arnavut ve Boşnaklar’ın yaşadıkları merkezlerde, Osmanlı Türkünün yaşam tarzı ile kültür ve mimari geleneğinden doğrudan etkilenen mabedler, kamuya açık binalar ve evler inşa edilir. Kırcali, İskeçe, Berat, Korça, Elbasan, Priştine, Üsküp gibi birçok yerleşim birimi, kısa sürede tipik Türk şehri görünümü kazanarak, Osmanlı-Türk kent uygarlığının oluşturduğu değerler sisteminin ayrılmaz bir parçası olur. Türk evi geleneğini öylesine candan benimserler ki; bu mekanlara adını ve kimliğini veren Türkiye Türklerinden daha çok sahiplenir, kollar, korur ve günümüze kadar ulaştırırlar.
17. Yüzyıl’ın sonlarında Batı’ya açılan penceresinin perdelerini aralayan Osmanlı Türkiye’sini değişik vesilelerle gezip görme şansını bulan Avrupalı aristokratlar,Türklerle meskun topraklara ayak bastıkları anda, konuk edildikleri mekanların büyüsüne kapılır; duygularını anlatacak kelimeleri bulmakta sıkıntıya düşerler. “Odaların büyüklüğü, inşaatın hafiflik ve rahatlığı, odadan odaya geçme kolaylığının verdiği ferahlık duygusu” ile coşar; sofada “mermer fıskiyeden fışkıran suların latif serinliği” ile kendilerin den geçerler.http://www.istanbul.net.tr/istfoto/gravur_tablo/buyuk/ist_ev1.jpg

“Bütün eşyası bir katırın sırtına yüklenebilecek kadar olan bu evlerde herşey Asya da yapılacak yeni bir göçe hazır vaziyettedir; hareket saati gelip çatınca, sadece : " inşallah olsun!" diyecek efendinin sakin sesinin duyulacağı tam manasıyla Müslüman ve sapsade evlerdir bunlar”. “Pek fazla süslü olmamakla beraber hoşa giden biçimlerde yapılı, zevkli ve kullanışlı”. buldukları bu benzersiz mekanları; Türk dünyasının, yakın ve uzak doğunun minyatürü olarak görmekle yetinmez, Türklerin tarihi gibi Türk evlerinin de niteliklerini, niceliklerini ve ikibin yıllık serüvenini araştırır, inceler ve yazarlar.
Yabancıların, özellikle de Batılıların beğenisini kazanan bu mekanlarda doğup büyüyen aydınlarımız ve sıradan insanlarımız, tıpkı “denizin içinde, deniz nedir bilmeyen balıklar” gibi Türk evini ve bu mekanlarda kök salıp gelişen kültürü, sanatı, folkloru ve mimarsız mimariyi görmezden gelirler.
Altı yüzyılda kaleme alınan altmış binden fazla el yazması veya taş baskı kitapta; Türk evi ve bu mekanda oluşan kültürü, sanatı ve uygarlığı anlatmak şöyle dursun; Sinan gibi bugün bile konuşulan bir dehayı yetiştiren mimariye dahi altı satırlık yer ayırmazlar. Evliya Çelebi gibi Osmanlı seyyahları ile tarihçilerinin gözünde; birkaç kelimeyle andıkları Türk evi, fiziksel ve nicel bir obje olmanın ötesinde hiçbir değer ve anlam ifade etmez.
İstanbul’un fethinden sonra ortaya yönetimde söz sahibi olan Enderunlu aristokratlar, tebası oldukları devletin bir Kayı Çadırı’nda kök saldığını hatırlamak bile istemezler. Oturdukları halının atkısında ya da kilimin çözgüsünde göz nuru bulunan göçebe Yörüğü; giydikleri kaftanın kumaşını dokuyan Bozok’lu Türkmeni hor görüp ağza alınmayacak sıfatlarla anmayı büyük bir marifet sayarlar. Ulusal kültüre ve devleti kuran asli unsura duyulan bu acımasız tepki, “Duraklama” ve “Gerileme” dönemlerinde; bir takım etnik, siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik etkenlerin de zorlamasıyla kıyım, kıyam ve kital boyutlarına ulaşır.

BATILILAŞMA SEVDASI

Aydınlanma çağının ardından büyük atılımlar gerçekleştiren ve her alanda Doğu’ya üstünlük sağlamaya başlayan Batı ile karşılıklı yakınlaşmanın başladığı 18. Yüzyıl’dan itibaren anormal bir aşağılık kompleksi ile, ulusal kültürel değerler neredeyse terk edilecek noktaya gelinir. Sıradan insanların yaşadıkları Türk evleri, herşeye rağmen kimliklerini özenle korurken; efendi köşkleri, paşa konakları ve bey yalılarının içi Batılı zevklerle renk değiştirir. Bu mekanların sakinleri, Fransa ve Avusturya’dan ithal edilen dokuma, mobilya ve diğer aksesuvarlarla dekore etmede amansız bir yarışa girerler. O tarihe kadar, Galata Bankerlerine işi düşmedikçe Pera’ya uğramayan varlıklı kesim, Yahudi, Ermeni, Rum ve İtalyan ticarethanelerin müdavimleri arasına katılırlar. Giyim ve kuşamda yeni “moda”lar oluşur.
Lale Devri ile başlayan “batı” sevdasının ilk elli yılında; önemli yapısal değişikliklerin yanı sıra, geleneksel sanat ve zenaatların sonunu hazırlayan “Frengistan” mamulleri kullanma gibi ekonomik ve sosyal boyutlu büyük krizler de yaşanır. III. Selim gibi batılılaşmanın ve yenileşmenin önünü açan aydın bir hükümdar bile, “Ben İstanbulkari sever ve giyerim, keşke tebam da giyse” diyerek resmi binalarda yerli dokuma ürünlerinin kullanılmasını emretmek ve devlet ricalinin İran, Hint veya bir başka yabancı ülkeden thal edilen kumaşlardan elbise giymelerini yasaklamak zorunda kalır.
19.Yüzyıl başlarında Osmanlı tahtına çıkan II. Mahmut, 18. Yüzyılda aralanan Batı kapısını, bir daha kapanmamak üzere, arkasına kadar açar. “Denize düşen yılana sarılır” diyerek “yılan” olarak tanımladığı Batı’da bulduğu hemen herşeyi tereddütsüz ithal eder. Yeniçeri ocağı topa tutularak ortadan kaldırılır. Mimarsız mimarimizin Ocaklı yapı ustaları, harcını alın terleriyle yoğurdukları kışlanın enkazıyla birlikte tarihe gömülür. Askerlik, sanayi, eğitim, sağlık, sosyal ve kültür alanlarında başlattığı projelerle “Batılılaşma”yı devlet politikası haline getirilir.
Öte yandan; sarık ve külahın fesle; kaftan, fistan ve şalvarın setre pantlonla; sedir ve divanın koltukla, Mehterin Mızaka-yi Humayun’la yer değiştirdiği bir dizi “gardrop devrimi” gerçekleştirilir. Batıdan esen bu şiddetli fırtına, Türk evini de toprağından söküp öteye beriye savurur. Önce dini yapıların mimari, yapı tür ve malzemeleri değişime uğrar. Bruno Taut’un “Sinan ın biçim ve strüktür arasında müthiş bir armoni” diye tanımladığı eserlerinin karşısına Avrupa’nın keskin çizgili kliselerini çağrıştıran ibadethaneler yapılır. Yavaş yavaş Türk evi mimarisine de yansıyan “yeni stil”, bugünlere dek uzanan kültürel erozyonun da habercisi olur.
Yüzyılın ortalarında yayınlanan geniş Tanzimat ve Islahat fermanları, İstanbul’un geleneksel yaşam tarzına yasal statü kazandırır. Yarım yüzyıl gibi kısa bir sürede, yeni tarzın gereği olarak batı tekniği ile Türk düşüncesinin karışımı anıtsal yapılar ve mekanlar inşa edilir. 1831’de imar çalışmalarını daha düzenli hale getirmek için, “mimarbaşılık” kurumu şehreminiliğiyle birleştirilerek, “Ebniye-i Hassa Müdürlüğü” kurulur. Böylece; daha önce azınlıkların yaşadıkları mekanların kimliğini belirleyen kat sayısı, malzeme ve renk gibi kurallar kaldırılarak, gayrı müslimlere eşit davranmak adına Türk evi kimliğinin yozlaşmana zemin hazırlanır.
“Bu değişim ve Batılılaşma çabaları içinde, Müslüman gruplar için hala geleneksel Osmanlı yaşam biçimi ve geleneklerinin sürdürülmeye çalışıldığı” gözlenir.
http://www.bydigi.org/wp-content/ev.jpg
Mekanlardaki biçimsel değişim, en çok içinde yaşatılan sosyal ve kültürel yapıyı bozar. İstanbul’da ve hayatın her alanında “moda” uğruna akla en gelmeyecek gariplikler sahnelenir. Pera, bugün olduğu gibi, kimliği dışarıdan bakıldığında pek anlaşılamayan yarı Osmanlı ve Türk yarı Batılı ve Frenk yeni tipler ve “nevzuhur” insanlarla dolup taşar.
Bir anlamda, günümüz varoşlarında boy veren ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında “Lüküs Hayat” diye adlandırılan “arabesk yaşam”ların “kozmopolit kültürü”nün tohumları, “İstibdat ve Birinci Meşrutiyet” dönemi İstanbul’unda oluşturulan “alafranga” mekanlarda atılır.

http://www.yeniresim.com/data/media/659/www.yeniresim.com_-_Trkiye_Resimleri_-_Karabk_-_Safranbolu_Evleri_erden_Grn.jpg“19. Yüzyılın sonuna doğru bu imar çalışmaları, kent içinde belirli noktaların, Batı kentlerinin etkili meydanları gibi, daha özenli bir biçime getirilmesine dek varmaktadır... Zaman zaman alınan kararlarla, kentteki bazı alanlara saat kuleleri dikilmesine, ya da bazı önemli sokak ve meydanlara, Paris ve diğer merkezlerde olduğu gibi, özel sektöre kiralanacak büfeler koyulmasına çalışılmaktadır. Ayrıca kentin çeşitli yerlerine koyulacak W.C. kabinlerinin de, sürekli olarak akar suyu olacağı ve geceleri iyi aydınlatacağı duyurulmaktadır”.
Bu dönemin ürünü olan okul, saray ve mabed leri şekillendiren batılı çizgi ve figürler; yavaş yavaş “efendi, bey, paşa konak ve köşkleri” ile boğaziçini süsleyen “zade yalıları”na ve yaşama biçimlerine de yansır. Tanzimat döneminin ünlü yazar ve şairlerinden Recaizade Mahmut Ekrem “Araba Sevdası” adlı romanında alaycı bir üslupla yerden yere vurur. Yeni yeni filizlenen Türk Tiyatrosu’nun ilk yerli eserleri de, bu bağlamda konu ve karekter sıkıntısı çekmez.
http://www.resimcity.com/data/media/143/www.resimcity.com_diyarbakir_resimleri_4.jpgİttihat Terakki’nin Meşrutiyet kadro ları siyasal siste mi değiştirmek ü zere işbaşına ge lir; ama, daha çok sosyokültürel ya pıları tahrip eder ve Osmanlı impa ratorluğunu kendi elleriyle yıkar. Batılılaşma” ya da “asrileşme”nin adı “terakki” ola rak yenilenir; ka dim dost Fran sa’nın yerini Al manya, Frenkperestlerin kolduğunu Alman muhibleri işgal eder. İkinci Meşrutiyet’in siyasal doktrininin temel taşı olan milliyetçilik kavramının içinde Türk evine ve kültürel kimliğine de yer verilir. Osmanlı Asya’sının Torosların güneyinde kalan ve müslüman tebayla meskun verimsiz topraklarına; Çanakkale Savaşı’nın bütün şiddetiyle devam ettiği yıllarda bile, Dersaadet’in gücünü simgeleyenTürk evleri ve Alman patentli kamu binaları inşa edilir.
Ancak; “terakki” depremi, Osmanlı başkentinde Türk evinin “ittihad”ını ve fiziksel varlığını sarsmakla kalmaz; mekan geleneğini de yaralar. Gösteriş, görgüsüzlük ve “alafranga”lık modası, geleneksel sadeliği ve özgünlüğü büyük ölçüde tahrip eder; “eski başkente yeni adetler” getirilir. Bu kısa dönemde Fatih’teki baba evini terkedip Pera’nın yakınında; Şişli ve Osmanbey gibi yeni semtlerdeki apartmanlarda yaşamak, batılılaşmanın “farz”larından sayılır. Sofa salon, dehliz koridor ve kafes panjur olur; bahçe de garden.

KANLA İRFANLA KURDUK

Türk insanı, mensubu olduğu kültürün farkını, ancak Cumhuriyet döneminde ve Atatürk ilkelerin aydınlığında farkeder. Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan aldığı acı dersle kendine döner. Atatürk’ün öncülüğünde, kalabılkları ulus yapan değerleri yeniden kefşeder; ulus olmanın bilincine varır ve gereklerini yerine getirir. Bu bilinçle İmparatorluğun enkazı altından çıkardığı otantik ev ve eşya gibi maddi kültür ürünlerini onararak koruma altına alır; yaşatmak için gereken herşey yapar. Anadolu coğrafyasını hallaç pamuğu gibi atarak köklerini toprağın derinliklerinde arar. Özgün tarih, dil, kültür ve uygarlık teorileri geliştiririr.
Bu sırada bir çok doğrunun yanında, ayrıntı gibi görünen hayati yanlışlar da yapılır. Türk evi uygulamalarında kültürel kimliğinin ayrılmaz parçaları olan temel duygu, düşünce ve hayat felsefesi gözardı edilir. “Çağdaş uygarlık” adına Batıdan alınan mimari öğeler yorumlanmadan, yeniden biçimlendirilip ulusal nitelik kazandırılmadan doğrudan uygulamaya geçilir. Türk halkının kendine özgü yorumu ve çözümlemesi yerine, Batıda başarıyla uygulanan şablonlar ve ünlü mimarlar ithal edilir.
Türkiye’ye davet edilen veya iltica eden Avrupalı mimarlar; “modernleşme amacıyla geliştirilerek uygulanan Batıdan ithal edilmiş, çevrede herhangi bir cisim gibi duran binaların Türkiye’nin sosyal, doğal ve kültürel yapısıyla uyuşmayacağı” fikrinde birleşirler. Genç Türk mimarlarına yanılgıları göstererek, çağdaş Türk mimarisini sanık sandalyesine oturturlar.
İsviçreli mimar Ernst Egli: Ankara’da modern adı altında ortaya çıkan ve bulundukları çevreye yabancı duran Avrupa tipi villaların Anadolu ev tipleri için hiçbir zaman örnek olamayacaklarını belirterek, “geleneksel Anadolu evinin yeni Türk konutu için model olması gerektiğini” söyler. Ünlü Alman mimar Bruno Taut da, Türk evinin; mimarların Kübik mimarlık modasından kendilerini kurtardıkları zaman, yani iklimin önemi yeniden kavrandıklarında ortaya çıkabileceğini belirterek, Türk evine giden yolu çizer. Ancak ve her ne hikmetse, mimarların zikri fikirlerini tutmaz.
1944’de yayınlanan bir makalesinde ”milli ve kendi toprağına bağlı olmayan kültürün yarattığı eserin boş ve geçici kalmaya mahkum olduğunu” söyleyen Paul Bonatz, aynı hassasiyeti Saraçoğlu Mahallesi ndeki apartman tasarımlarında göstermez. Bu binalara “cephelerinde, giriş üstündeki katların destekler üzerine yaptığı cumba benzeri çıkmalar, dar dikdörtgen biçimli pencereler, geniş saçaklar ve sacdan yapılmış kafes desenli korkuluklarıyla Türk evi görüntüsünü kazandırırken, aynı kimliği iç mekanlara vermeyi düşünmez.
Savaş yıllarında Türkiye’ye gelen Wilhelm Schütte; Saraçoğlu Mahallesi’ndeki apartmanlar ile benzer tasarım ve uygulamaları, “Ankara ve İstanbul un yeni birçok apartmanında Avrupa konutlarında olduğu gibi sofanın bir koridordan ibaret oluşunu” şiddetle eleştirir. Bu anlayış, algılayış ve uygulamaları yanlış bulduğunun altını çizerek geçici olmasını ve “Türk evinin geleneğinde varolan sofanın yeniden canlanmasını temenni” eder.

http://www.fotografevi.com/ajanscalismalar/1%20(33).jpg

Gözlenen kimlik bunalımı dönemin hikaye ve romanlarına da konu olur. Falih Rıfkı Atay “Taymis Kıyılarında”, ”İngiliz Home”u ile Osmanlı konağını karşılaştırarak, düşlediği çağdaş fakat ulusal Türk evinin anlatır. Reşat Nuri “Yaprak Dökümü”nde, “lüks hayat” şarkılarıyla çatırdayan Türk evinin içine girer; geleneksel yapı ekseninde, batılılaşmayı yanlış anlamaktan kaynaklanan sosyal yıkımı dramatize eder. Yakup Kadri “Kiralık Konak”ta yaşanan hayatların öyküsüyle bugünlere ışık tutar. Yahya Kemal, Ahmet Hamdi ve Abdülhak Şinaşi gibi şairler de, genç kuşakların gözlerini Türk şehirlerine çevirerek, yozlaşmanın önüne set çekmeye çalışırlar.
Türk evinin ve Türk evi kimliğinin ciddi biçimde ve akademik düzeyde ele alınması da bu yıllarda başlar. 1940’larda Güzel Sanatlar Akademisi bünyesinde, Türk evi ve Türk mimarisi alanında kaybolan yeteneklerin, duyarlılığın ve bilincin kazandırılması amacıyla önemli adımlar atılır. Yukarıda adlarını andığımız yabancı mimarların da görev aldığı Güzel Sanatlar Akademisi”nde Sedat Hakkı Eldem ve etrafındaki genç mimarlar kültürel değerleri anlatma, koruma ve yaşatma yolunda yoğun çabalar harcarlar. Yaptıkları araştırma ve ortaya koydukları eserlerle, günümüze kadar uzanan çok ciddi bir çalışma sürecini başlatırlar.

http://www.ucuzotel.gen.tr/otelresim/urgup-evi.jpg

Bu yoğun çalışmalar; henüz birincisinin külleri soğumadan patlak veren ikinci büyük döneminde hızını kaybeder. Türkiye bütün imkanlarını, savaş öncesinde ve sonrasında yaklaşık onbeş yıl, savaş cehenneminin ortasında yer almadan varlığını ve bağımsızlığını sürdürmek yolunda kullanmak zorunda kalır. Savaşı izleyen yıllarda oluşan uluslararası dengeler ile ekonomi ve toplum yönetimi anlayışı; tarımı, hayvancılığı; emeğe dayanan meslek ve zenaatlar ile bireysel işletmeleri geri plana atarak, otomasyona dayalı “sanayi”yi öne çıkarır. Kentleşme uygarlığın, apartman çağdaş yaşamın belirleyici ilk ölçütü olur.
Bu anlayış ve algılayış ekseninde gelişerek yüzyılın karakteristiği haline gelen sanayileşme, ekonomik büyüme, göç, hızlı kentleşme, nüfus artışı ve küçük aile gibi yeni olgular, geleneksel pekçok yapı gibi, yüyılda yüzden fazla reform darbesiyle sarsılan Türk evinin yıkım kararı olur.
Tarımda makinalaşma ve mülksüzleşme sonucu işini yitiren köylüler, yeni geçim imkanları bulmak için şehirlere göç eder. Cumhuriyet’in ilanından 40’lı yılların başına kadar yeni Türk evi kimliğini oluşturmaya çalışan Türkiye, 1945’lere doğru yepyeni ve bir yönüyle Anadolu’ya geldiği ilk günleri hatırlatan yaşama mekanları ve çevreleriyle tanışır. Gecekondu ve varoşlar... Ankara Belediyesi’nin sınırları içindeki gecekonduların durumlarının iyileştirilmesi ve yeniden gecekondu yapacak olanlar arsa sağlayarak gecekonduculuğun önmesi amacıyla 1948’de çıkarılan 5218 sayılı yasa ile hukuki kimlik kazanan gecekondu olgusu; çarpık yapıları, düzensiz yerleşimi, özgün ekonomisi, kültürü ve yaşama biçimi ile hayatının ayrılmaz bir parçası olur.

http://img2.blogcu.com/images/l/a/l/laletasarim/hause_earth.jpg

GECEKONDU DEMOKRASİ YILLARI...

1950’lerin liberal ortamında; “Muasır Medeniyet” kavramı, “Türkiye’yi küçük Amerika”, Ankara’yı Washıngton, İstanbul’u New York yapmak ve “her mahallede bir milyoner yaratmak” biçiminde yorumlanır. Birleşmiş Milletler, Nato, A.B.D. ve Marshall Yardımı gibi olgularla cilanan bu hedefe ulaşmak için, he getirip ne götüreceği üzerinde pek fazla durulmadan çalışmalara başlanır. Geleneksel sakin ve sade Türk şehirlerinin yeni kimlikleri, zaman zaman Başbakan’ın da katıldığı toplantılarda masa başında tasarlanarak uygulanmasına karar verilir.

http://lh4.ggpht.com/_QjXrnjCgLtA/Sr6hsZlQkpI/AAAAAAAABqU/2KTFpgztP-8/s800/ara-guler.jpg

Geniş bulvarlar, düzgün geniş caddeler, yayvan sokaklar, büyük meydanlar ve kavşaklar açmak uğruna;Türk tarihinin anıtsal yapıları yerle bir edilir. Mahallesinin ilk milyoneri arzusuyla yanıp tutuşan mirasyediler, bahçe içindeki konaklarının yerine, çok katlı apartmanlar ve işhanları dikerler. 40’lı yılların sonlarında bir göçebe obasını andıran gecekondu mahalleleri, giderek şehirle birleşip bütünleşmeye ve yeni bir yaşama biçimi geliştirmeye koyulurlar. 1953’te gecekondu yapını yasaklamak üzere çıkarılan 6188 sayılı Bina Yapımını Teşvik Yasası, yürürlükte kaldığı 15 yıl içinde, başta gecekondu yapını önlenmesi olmak üzere, belirlenen hiçbir amacı gerçekleştiremez.Sadece yürürlüğe girdiği tarihe kadar yapılmış bulunan gecekonduları yasallaştırır.

http://galeri.milliyet.com.tr/2009/6/13Ara_Gulerin_siyah_beyaz_Istanbulu/40.jpg

Büyük kentleri kuşatan yeşil alanlar gecekondu ve varoş gerçeğiyle çirkinleştirilirken, merkezi semtler ile eski mahallelerin beton yığınına dönme yolundaki çalışmaları ivme kazanır. Bankalar ve bazı hayır kurumları, düzenledikleri piyango çekilişlerinde; İstanbul ve Ankara’nın “en mutena semtlerinde” apartman daireleri dağıtarak, farkında olmadan Türk evlerine savaş açarlarlar. Lale Devri ve sonrasını çağrıştıran bu ortamda, varlığını koruyan geleneksel yapıların iç mekanlarının mobilya mefruşatı ile içinde yaşayahnların giyim kuşamları Avrupai ve Amerikanvari öğelerle kişiliksiz yeni bir kimlik sergiler. Savaş sonrasına kadar “orta sınıfa dayalı sosyal yapı”sı ile farklılık gösteren Türk toplumu iki marjinal uçta kümelenir.
60’lı yıllarda gecekondu ve varoşlar kent yaşamının vazgeçilemez bir parçası haline gelir. Başlangıçta “çift çubuk sahibi olacak kadar para kazandıktan sonra” sılaya dönmek üzere bir başlarına gurbete göçen aile reisleri, 60’lardan itibaren temelli şehirli olmaya karar verirler. 50’lerde sefaleti simgeleyen gecekondu mahallelerinin görünüşü hızla değişir; düzgün ve gidebildiği yere kadar altyapı ve ulaşım imkanlarından yararlanan yerleşim alanlarıda dönüşür. Merkeze yakın gecekonduların yerinde çok katlı konutlar yükselmeye başlar. Varoş sakinlerinin hayat tarzı ve dünya görüşü de bu süreçte radikal değişimlere uğrar;moda ile gelen kentlilik özentisi hayatlarının her alanını ve anını etkisi altına alır.
1961 Anayasası’nda yer alan belediye başkanlarının tek dereceli ve çoğunluk sistemi ile seçilmeleri hükmü; gecekondu sakinlerini karar mekanizmaların seçiminde büyük bir güç haline getirir. 60’lara kadar “gecekondu sorunu’nu çağrıştıran varoşlar, 17 Kasım 1963’te yapılan ilk yerel yönetim seçimlerinde “oy deposu” görünümü kazanır. Büyük kentlere göçün önü daha da açılır. 1966’da çıkarılan 775 sayılı Gecekondu Yasası ile sorunun planlı bir şekilde çözümü konusunda köklü ilkeler benimsenir. Ancak; gerek bu yasada ve gerekse bu yasa çerçevesinde oluşturulan kalkınma planlarındaöngörülen politikaların bir bölümü uygulanmadan rafa kaldırılır, uygulamaya koyulanlar da fazla etkili olmaz.

http://www.sirince-evleri.com/SirinceImages/feimg/tarihce/karlisirince.jpg

1970-1980 döneminde; yerel yönetimler “oy deposu” olarak görgördükleri varoşlarınulaşım ve altyapı sorunlarını çözer; kentle bütünleşmelerini hızlandırarak gecekondu arazilerinin değer kazanmasına katkı sağlarlar. Gecekondu olgusu bir barınma ve mekan sorunu olma niteliğinden sıyrılarak arsa spekülasyonu ve rant kavgasına dönüşür. Enflasyon nedeniyle kenti çevreleyen toprakların değerlenmesi, varoşlarda köyden kente göç edenleri ikinci plana iterek “yap-satçı müteahhit”leri ve “arazi mafyası”nı öne çıkarır. Ekonomik gücü yeten aileler gece kondularını tek katlı binaya dönüştürürken, bu imkana sahip olmayanlar arazilerini kat karşılığı müteahhitlere vererek apartman hayatına geçerler.
12 Eylül 1980 müdahalesi Türk evinin değişim sürecinde yeni bir başlangıç olur. 83’ün sonlarından itibaren her alanda gözlenmeye başlayan “gelişim”, “değişim” ve “dönüşüm” coşkusuyla, gecekondu ve çarpık kentleşme sorunlarını çözmek üzere yeniden yapılanmaya gidilir.
Ankara, sadece ve doğrudan “konut sorunu”yla ilgilenmek üzere “Toplu Konut İdaresi” ve “Arsa Ofisi” gibi yeni birimler kurulur. Konut yapını kolaylaştırıp teşvik eden yasal düzenlemeler yapılarak, finansman kaynakları bulunur. Yerel yönetimlerin, gerek toplu konut kooperatiflerine öncülük ederek, yeni yerleşim alanlarına arsa üreterek konut sorunun çözümüne katkıda bulunmaları sağlanır. Evin ayrılmaz parçası olan Türk ailesini araştırıp geliştirmek amacıyla Başbakanlık’a bağlı bir Türk Aile Kurumu oluşturulur.
Geçmiş dönemlerde ülkenin değişik bölgelerinde inşa edilen “sosyal mesken”,“afet evleri” vb. konut tiplerinin tasarım, teori ve pratiğinden edinilen el çabukluğu ile, çok kısa sürede büyük projeler üretilir ve hayata geçirilir. Geçmişte olduğu gibi, bu bu konutlarda oturacak olanların sosyal, kültürel ve ekonomik yapıları ile yaşama biçimleri göz önünde tutulmaz.
Kent merkezlerine birkaç dakika mesafede, yeşil alanlı, yüzme havuzlu, saunalı, otoparklı, alışveriş merkezli, okulu ve camii olan ve uygun ödeme koşullu “toplu konut”, “site” ve “uydu kent”lere gündüz kondurulan merkezi ısıtma sistemli, çift asansörlü, tabanı halı döşeli ve uydu antenli bloklarla, binlerce aile konut sahibi yapılır. Fiziksel ve nicel anlamda da olsa, konut sorunun büyük bir ölçüde çözüldüğü; insanların çağın bütün nimetleriyle donatılmış sıcak, rahat ve güvenli konutlarında huzur içinde yaşadıkları, yaşama çevrelerinden memnun ve mutlu oldukları ileri sürülür.

http://makaleler.ahsapkarkas.com/images/editor/Image/gelenekselegeevleri,ege,geleneksel,turkevleri,gelenekselturkevleri,ahsapevler,ahsap,tahtaev,tahta.jpg

90’lardan itibaren bin yıllık Türk şehirlerine, Türk evi kimliğinden, daha da önemlisi binayı ev yapan hayat felsefesinden uzak, ruhsuz, sevimsiz fakat gösterişli beton yığınlarıyla çağdaş, güvenli ve yaşamı kolaylaştırıcı mekanlar kazandırıldığı zannedilir.

12 Aralık 2010 Pazar

TÜRK ÇADIR KÜLTÜRÜ

Avrasya bozkırının en eski sakinlerini, yaşam tarzları ve taşınabilir yaşama mekanlarına bakarak ilkel topluluklardan sayan Batılı tarihçilerin bir başka yanlgıları da, göçebeliği her alanda ve her anlamda, tarıma dayalı yerleşik hayat tarzının gerisinde göstermeleridir. Ne acıdır ki bu abartılı ve son derece tehlikeli görüş; Türk kültürünün mirasçıları arasında da hayli taraftar bulur. Keçe çadır ve göçebelik, uzun yıllar küçültücü sıfatlar olarak algılanıp kullanılır.
Oysa ünlü etnotarihçi Arnold Toynbee; göçebe yaşam tarzının insan becerisinin bir zaferi olduğunu ileri sürer: “Çünkü, hayvanların ehlileştirilmesi güç fiziksel şartlara uymak, çobanlık yanında askeri yeteneklerin doğması, çiftçilikten üstün bir çobanın ürünüdür” diyerek göçebe kültürünü savunur.
Rus Etnolog Lev Nikolayeviç Gumilëv; coğrafya ve doğa koşullarının Türk topluluklarını çadırlarda yaşamaya mecbur ettiğini; Orta Asya’nın soğuk kışlarının insanları şehirleri terk etmeye, sıcak ve kuru yaz günlerinin ise şehirlerin yakınında yaşamaya mecbur bıraktığını hatırlatarak; Türklerin bu yüzden sabit mekanlar yapmadıklarını ve  bağ-bahçe kurmadıklarını söyler. 
Bilindiği gibi, Türklerin Ortaasya’da ve hatta Anadolu’da mesken tuttukları taşınabilir yaşama mekanlarını bütün ayrıntıları ile ve doğru biçimde tanımlamak mümkün olmadığı gibi, fiziksel yönüyle bir tek örnekle anlatmak da imkansız denilecek kadar zordur. Ancak; günümüzde Avrasya bozkırlarında atalarının yaşam tarzını sürdüren göçebe Türk boylarının çadırları ile gezginlerin anılarından yararlanarak Türk evinin eşkali belirlenip, robot resimleri çizilebilir.
Yazılı tarihsel kaynaklarda betimlenen Hun ve Göktürk çadırları; tıpkı bugün göçebe Kazak, Kırgız ve Türkmenler ile  Anadolu’da yaşayan yörüklerin barındıkları taşınabilir mekanlar gibi iskelet ve keçe örtüden oluşur. Kullanılan malzemeler ve benzer fiziksel öğeleriyle zamana ve coğrafyaya göre bazı değişiklikler gösterse de, mekan düşüncesi, kurgulama mantığı ve geleneği hep aynı kalır. 

KEÇE ÇADIRLAR:

Keçe çadırı çatmak, bir saatlik iştir. Ancak; yapı malzemelerini üretmek için, altı ay gibi uzun bir zaman gerekir. İskelet malzemelerinin hazırlanmasına ilkbaharın ortalarında başlanır. İki metre boyunda ve beş-altı santimetre çapında çam çubukları kesilerek kabukları soyulur ve kurumaya bırakılır.
Yaza doğru koyunlar kırkılır, yünleri yıkanıp kurutulduktan sonra çadırınyan ve tepe örtüsü olarak kullanılacak olan keçeler dokunur.   Yün ve deve derisinden bağlantı ipleri ile çadır keçesini zeminin ve bağlantı iplerinin aşındırmasından koruyacak olan deri eteklikler ve kolanlar hazırlanır. 
Sonbaharın sonlarında kışlak yeri (oba mahali) belirlendiğinde, iskeleti hazırlamak için, önce 30-40 santimetre kaınlığında ve 2 metre boyunda bir ağaç gövdesinin bir ucu yere gömülüp öbür ucu bir metre yükseklikte bir ağaca sabitlenerek basit bir tezgah hazırlanır. Tezgahın yanına bir çukur açıarak koyun gübresiyle doldurulur ve yakılır. Kazakların “mor” dediği ve ağaçları yumuşatmada kullanılan bu ocak iş bitimine kadar asla söndürülmez.
İskelet Türk lehçelerinde değişik biçimde seslendirilen derim... uğ... düğnük... ve eşik.... denilen dört farklı parçanın birleşmesiyle şekillenir.... 
Derim: Günümüzde kullanılan taşınabilir açılıp kapanabilen ahşap kafesli kanatlara benzer. Geleneksel Türk evlerindeki ahşap çatkı ve Karadeniz evlerindeki  ahşap karkas sisteminin derimden esinlenerek şekillendirildiği söylenebilir. Ocakta yumuşatılarak hafif kavis verilen derim çubukları yarısından yukarısı yontulup yassı hale getirilir. Daha sonra belirli aralıklarla on delik açılıp boyanır. Derimi oluşturan bu çubuklara aşık denir. Aşıklar birbirine çapraz konularak deliklerinden ham ve yaş deriden yapılan sırmalar geçirilerek düğümlenir. Bir derim kanadı için 18-22 aşık ve 13-15 derim bağı kullanılır. 
Uğ: Ahşap iskeletin uğ bölümü, sabit mekanlardaki çatının yerini tutar. Uğ çubukları da tıpkı derim çubukları gibi ocakta yumuşatılır. Derim başına gelecek kısmın 50-60 santimetrelik bölümüne kavis verilir. İçe bakan kısmı ise derimde olduğu gibi yontulur. Bu kısma “karın” denir.Uğun boy kısmı ok gibi düz olur. Karın kısmına bir uğ bağı için delik açılır. Kalem denilen üst ucu ise sivriltilir.
Düğnük: İskeletin kubbeyi andıran çatı kısmını tutmaya yarayan araba tekerleği biçimindeki çemberdir. Düğnüğün yapımında kullanılan ağacın yaşken kesilip kavis verilerek iki yarım daire şekline getirilmesi gerekir. Bu iki parça kurutulup birleştirilirdikten sonra  iki sıra halinde delikler açılır. Bu deliklerden altta olanlara uğ çubukları, üstte olanlara düğnük çubukları yerleştirilir.
Eşik: Çam ağacından geçmeli dört parçadan oluşur. Öteden beri kullandığımız kapı kasalarının yerini tutar. Ahşap iskelet tepelik, boğaz ve yan diye üç bölüm halinde üretilen keçe ile örtülerek kullanılmaya hazır hale getirilir. Kolanlara sabitlenen ipler çadırın etrafına çakılan kazıklara bağlanarak rüzgar ve benzeri etkenlere karşı sağlamlaştırılır. 
Mimarsız mimarimizin ilham kaynağı, geleneksel Türk evinin çekirdeği ve prototipi olarak kabul edilen “çadır”; başlangıçta ahşap iskelet üzerine keçe kaplı ve konik tavanlı  taşınabilir devamlı yaşama mekanlarının  adıdırqr. Planı, yapı malzemeleri ve kullanım alanları ile olduğu gibi, adıyla da Türke özgüdür. Türkçe “çat-mak” fiilinden “-ır” ekiyle türetilen çadır-çat-tır, dilimize evden önce girer ve evle birlikte çağlar boyu gönlümüze kurulur.
Son birkaç yüzyılda; yerleşim birimlerinden uzaktaki mera ve tarlalarda kurulan geçici barınakları ifade eder. Kon ve Topak sözcükleri, dış görünümleri ve yapı malzemeleri farklı çadır tiplerinin adıdır. Kazak ve Türkmen Topak evleri, kubbe biçimindeki tepeliği ile Yörük çadırından ayrılır. Kon İran’a komşu Türkmenler arasında etrafı çitle çevrili kıl çadırlar için kullanılır.




ALACIK

Türklerin keçe çadırlarını anlatan ilk yabancı kaynaklar; keçe çadırları, günümüz Türkiye Türkçesi’nde pek fazla kullanılmayan “Alacık” adıyla anarlar. İlhanlı vezirlerinden Reşid üd din, Alacık’ı; “konik ağaç kabuklarıyla örtülü tahta direklerden yapılmış çadır” diye tarif ederek, mevsimlik geçici mekanları devamlı yaşama mekanı olarak kullanılan çadırdan ayırır. Radloff; “Bu isim, bir sıfat olan ala-kırmızı rengi ile ilgilidir” diyerek Reflid üd din’in verdiği bilgileri doğrular.
Alacık, Türkçe konuşan topluluklarda çadır ve benzeri taşınabilir mekanlarla, belirli mevsim ve zamanlarda kullanılan hafif yapıların adı olarak günümüze kadar ulaşır. Ortaasya ve Anadolu’nun bazı bölgelerinde, çobanların geçici barınakları ile tarlalarda çalışan köylülerin gölgesine sığındıkları çalı ve yapraklardan yapılmış kulubelere de “Alacık” denilir. Bu bağlamda; kon, çadır, topak, hayma, günlük, çardak ve kulübe gibi  geçici, taşınabilir ve mevsimlik yapılar da  ‘Alacık” kavramı içinde yer alır.

ÇADIR KÜLTÜRÜ

Çadır sahibinin yaşama mekanının büyüklük, yükseklik ve örtü rengi gibi fiziksel özelliklerini, belirli ölçüler içinde tespit etme hak ve öz gürlüğü vardır. Ancak; çadırını ne zaman ve nereye çatacağına tek başına karar veremez. Çadırını istediği obaya ya da oba içinde istediği yere kuramaz. Şimdiki gibi yazılı kurallar konulmamış olsa da; mensubu olduğu obanın diğer fertlerinin hak ve özgürlüklerini gözetmek; ilinin töresine, obasının geleneğine harfiyen uymak ve özellikle de kutsal mekanlara saygı göstermek zorundadır.
Mezarlık içine, çevresine, su kaynaklarının yakınına ve orman içine çadır kurulmaz. Yeni bir yere yaylak ya da kışlak kurulurken; toprak yarım metre kadar kazılarak incelenir. Altından kemik parçaları ve bazı ev eşyaları ile su çıkan alanlara, uğursuzluk getireceği inancıyla çadır çatılmaz, oba kurulmaz.
Çadırın; tünlüğünden çatıldığı yere, keçesinin renginden iç düzenine kadar; elle tutulup gözle görülen her öğesi, bu mekanlarda yaşayanların yaratılışı, hayatı ve dünyayı algılayışlarını yansıtır. 
Eski Türkler, göğü en kutsal ve en güçlü varlık olarak kabul eder; inançlarını, geleneklerini, maddi ya da manevi kültürlerini bu kabul üzerine kurarlar. Keçe çadırlarını göğe benzetmeleri ve rengi ne olursa olsun “mavi çadır” diye anmaları yine bu inanışın gereğidir. 
Çadır Türkün küçük dünyasıdır; kubbesi hem şekil, hem mekan olarak gök kubbeyi simgeler. Çadırın üzerinde kurulduğu toprak parçası ise, dünyadır. Yine eski Türk inancına göre dünya değirmi olduğu için, çadırın oturtulduğu alan da değirmidir.
Çadır gök kubbe, çadırın direği gök direği ve baca olarak da kullanılan tünlüğü göğün kapısı gibidir.
Türklerin evreni algılayışlarını çadırın iç düzenlemelerinde ve bu mekanda yapılan dinsel törenlerin ritüellerinde gözlemek mümkündür.
Şamanların göğe çıkma törenleri, özel olarak düzenlenmiş çadırlarda yapılır. Şaman elindeki davulu çalıp dua ederek töreni başlatır. Duanın ardından göğe çıkmak üzere adım adım çadır direğine tırmanır. Tırmanışta attığı her adımda durarak dua ederken törene katılanlara içki sunulur. Çadırın tünlüğüne eriştiğinde, artık göğün kapısına gelmiş sayılır. Bu noktadan sonrası, gök kapısı; tanrının aydınlık ülkeleri ve ruhlar alemi olarak kabul edilir.
Türkler Gök Tengri inancını terkedip Budizm, Maniheizm ve İslamiyete geçtikten sonra bu törenler unutulur; ama, gök direği ile ilgili inanç ve düşünceler bazı değişikliklerle daha uzun süre devam eder ve yaşamı etkiler. Yerden göğe uzanan direk, islamiyetle birlikte Hazreti Muhammed olur.
Halk Ozanı Dedemoğlu’nun:
Yerin, göğün, arşın, kürsün direği;
Varınca bir tel ver pirime turnam!. 
mısraları bu inancın 17. Yüzyılın sonlarında hala yaşamakta olduğunu gösterir.
Eski Türk inancını kısmen koruyup yaşatan Alevi-Bektafli geleneğine bağlğ şairler de yerden göğe bir direğin uzandığını dile getirirler.  
Pir Sultan Abdal’ın;
Yakdıcağım bir çırağdır.
Yerden göğe bir direktir
Bindiceğim bir buraktır
Allah bir, Muhammed, Ali!.
Mısraları bu inancın ne denli güçlü olduğunu güzel bir biçimde ortaya koyar.

Türkler öteden beri her renge ayrı bir anlam yüklemişlerdir. Bu onların dünyayı anlaması ve dünyayı hissetmesi ile ilgili bir ölçüdür.
Özellikle oğuz boylarında kara renk; matemi, kederi, üzüntüyü ve yoksulluğu anlatır. Beyaz (ak) renk, eski Türk inancına göre, iyi olan şeyleri, hayatın nimetlerini, doğruyu, gündüzü ve  gökyüzünü simgeler. Kızıl renk, daha çok evliliği, doğurganlığı ve dişiliği anlatmak için kullanılır.
Türklerin kutsal mekan anlayışları, renklere ve eşyalara anlam yüklemeleri en çarpıcı örneklerle Dede Korkut hikayelerinde yer alır.
".....
Senede bir kez hanlar hanı Han Bayındır, Oğuz ulularını konuk eder, yedirir içirirdi. Yine şölen düzenleyip, attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç boğazlamıştı. Ak, kara ve kızıl otağlar kurdurmuştu üç yere.. Ve buyurmuş, bakalım ne buyurmuş;
- Oğlu veya kızı olmayanı kara çadıra ağırlayın, kara keçeyi serin altına, kara koyun yahnisinden getirin sofrasına, yerse yesin, yemezse gitsin. Oğlu olanı ak çadıra buyur edin!. Kızı olanı kızıl çadıra!.. Oğlu kızı olmayanı Allah iyi anmaz, biz dahi beddua ederiz ona, böyle biline!.."
Dönemin sabit yaşama mekanlarının yanında hayli sıradan görünen Türk çadırları, Avrasya bozkırının doğal şartları içinde düşünülebilecek en doğru çözüm ve yapılabileceklerin en iyisi olarak kabul edilir.
Bu mekanlara konuk olan Çinli, Hintli, Arap ve Bizanslılardan hiç biri; bir yerden başka bir yere taşıma ve kuruluş kolaylığı ile sıcaklığı açısından keçe çadırlarla boy ölçüşebilecek herhangi bir kerpiç veya taş evin varlığından söz edemez. Çinli şair Bo Ts’zuy, 8. Yüzyıl başlarında Çin saraylarının avulalarına keçe çadırlar kurularak, en üst düzeyde yöneticilerin kış günlerini orada geçirdiklerini anlatır.  
Bizans İmparatoru, Göktürk Hakanı’nın kendisine armağan ettiği çadır karşısında hayranlığını gizleyemez. Aynı şekilde İstemi Han’ın çadırına kabul edilen Bizans elçisi Menander gördüğü ihtişamı anlatacak kelimeleri bulmakta zorluk çektiğini yazar anılarında.
"Çadır ipek kumaştandı ve kırmızı boyalarla zevkli bir şekilde süslenmişti. Şarap içtiler; ama, bizim üzüm suyundan yaptığımız şarap değildi. Galiba tuhaf bir barbarca ismi vardı. 
Diğer bir gün yine ipek pamuklarla süslü başka bir çadıra alındık. Burada çeşitli heykeller vardı. İstemi Han altından yapılmış bir tahtta oturuyordu. Ortada altın tabaklar, sürahiler ve maşrapalar vardı. Ertesi gün başka bir otağa geçtik. Burada altın kaplama bir miktar ağaç vardı ve oturaklar altındandı. Otağın karşısındaki büyük salonda uzun kürsüler vardı ve üzeri pekçok gümüşle kaplıydı. Kap-kacaklar, sepetler ve dört ayaklı tabureler vardı ve hepsi gümüştü. Hiçbir şey bizdekilere benzemiyordu".
Türklerin kitleler halinde İslamiyeti kabul etmeleri, bu kez Arap gezginlerinin bakışlarnı Türk evlerine çevirir. Asya’yı bir uçtan bir uca gezen İbni Fadlan, Ebu Dulef ve İbni Batuta gibi Arap seyyahların eserlerinde ak keçeden yapılmış değirmi çadırlardan ve bu mekanlarda yaşanan hayatlardan uzun uzadıya  anlatılır. Türklerin ak keçeden değirmi çadırları öylesine ilgi çeker ki, bir çok kaynakta Hazreti Muhammed’in bir seferde bu çadırlarda konaklayıp ibadet ettiği belirtilir.


ÇADIRDA YAŞAM

Yeni bir çadırın kurulması göçebe Türkler arasında bayram sevinci yaratır. Bu sevinçle çeşitli eğlenceler düzenlenir. İslamiyeti kabul ettikten sonra, yaşama mekanlarına verdikleri değeri “ahrette iman, dünyada mekan” tekerlemesiyle dile getiren Türkler, böylesine önemsedikleri mekanlara sahip olmann coşkusunu konu, komşu ve yakınlarıyla paylaşmaya özen gösterirler.    
Şölen elbetteki düğnüğe bez bağlamak veya hediyeleri vermekle sınırlı kalmaz. Asıl şenlik keçe örtünün iskeletin üzerine örtülmesinden sonra başlar.
Çadırın açılış şöleni, birkaç gün önceden obadakilere duyurulur. Davetliler belirlenen günde, en güzel giysilerini giyip, silahlarını kuşanır; en iyi atlarına binerek çadırın önünde toplanırlar. 
Çadırın sahipleri ve konuklar, önce çadırın düğnüğüne aşağıya sarkacak şekilde, pamuklu veya ipekli kumaşlardan kestikleri değişik renklerdeki bez parçalarını bağlarlar. Daha sonra iskeletin üzeri keçe örtüyle kapatılır. Yeni bir yurt edinmek ya da evlenmek isteyenler, sıçrayarak düğnükten  sarkan bezlerden bir parçayı koparıp almaya çalışırlar. Bu geleneğe İslamiyetin kabulünden sonra dinsel işlev yüklenerek, kutsallık kazandırılır. Çadırın yerini türbe, yatır ve kutsal sayılan benzer mekanlar alır.   
Çadırın tünlüğünden gökyüzüne uzanan direğe bayrak asılarak çadırın yeni kurulmuş olduğu duyrulur. Başlangıçta hakan otağına özgü olan bu tören, Uygurlar döneminden başlayarak bütün çadırlar için yapılır ve gelenekselleşir. Her çadıra çadır sahibinin mensup olduğu boyun işareti mutlaka işlenir.
Açılış şölenine çağrğlan konu komşu, çadır sahibinin ihtiyaçlarını da gözönüne alarak; halı, kilim, heybe, tulum, yay, ok, yün ve benzeri hediyeler getirmeyi ihmal etmezler. Çadır kurulduktan sonra yaşlılara öncelik verilerek iç mekana geçilir. Çad›r sahibi, girişi görecek biçimde ocağın başına geçip oturur. Erkek konuklar girşin solunda, aile reisinin sağında kendilerine ayrılan yere; kadınlar ise, erkeklerin karşısında, girişin sağındaki bölmeye otururlar
Davulların çalmasıyla birlikte çadırdan çıkılıp avula geçilir. Obanın usta atlıları, çadır etrafında saat yönünde dönmeye başlarlar. Eski Türk inancına göre; han otağının dünyanın merkezi olduğunu simgeleyen bu dönüş, İslamiyeti kabul ettikten sonra, mistik anlamlar kazanır. Anadolu’da yaygın olan Kadiri, Rüfai, Mevlevi ve Bektaşi dervişleri açık zikirlerini bu eksende şekillendirirler. Bu dönüşün ardından okçuluk, binicilik, cirit ve güreş gibi spor dallarında yarışlara geçilir. 
Günün sonunda büyük bir şölen yemeği verilir. Koçlar kesilir, kazanlar ocağa konur ve herkese yetecek kadar etli pilav hazırlanır. Yemekten sonra mevsim koşullarına göre avulda ya da çadırın içinde çay ve nargile (tütün) içilir. Davet edilen müzisyenlerin türküleri dinlenir ve halk oyunları oynanır..

Menander'in anlattığı otağ, ipek kumaş, altın ve gümüşten yapılmış lüks eşyalar elbette günümüze kadar yetişip gelmez. Ağaçlar ve kürkler çürür, altın ve gümüş eritilip başka şekillere dönüştürülür, silahlar ve diğer eşyalar toprağın altında çürüyüp gider. Zaman çadıra dair bazı düşünceleri de değiştirir. Göktürkler çağında zenginliğin ve aristokrasinin yaşama mekanı olan çadır, Uygurlar döneminde tabana yayılır. Zengin ya da yoksul, bütün Türkler aynı tarzda kurulmuş çadırlarda yaşamaya başlarlar.
Türkler tarihlerinin her döneminde ve mensup oldukları bütün inanç sistemlerinde çadır ve evlerinin eşiklerini kutsal mekanlar arasında sayarlar. Eşiğe oturmak iyi sayılmaz; oturanın başına bir kötülük geleceği, iftiraya uğrayacağı ve çarpılacağı inancı da hayli yaygındır. Yabancı birinin eşikte dikilmesi, ev sahibinin büyük bir felakete uğramasını istemek; eşiğe dokunması ise, ona önem vermemek anlamına gelir.
Evlerin, odaların ve çadırların  eşiğine mavi boncuk, nal, kurt dişi gibi takıların bugün bile asılıyor olması, yüzyıllar öncesinden gelen inançların sonucudur.
Çadıra sol ayakla girmenin uğursuzluk ve bir terslik getireceğine inanılır. O yüzden eşiğe ilk sağ ayağın atılmasına dikkat edilir.
Türkler gerek Ortaasya ve gerekse Anadolu’da yaşadıkları sabit mekanları, keçe çadırlarda şekillendirdikleri yaşam felsefelerine ve mekan geleneklerine göre düzenlerler. Diğer bir deyişle; Türk evi başlangıçtan bu yana mekan örgütlenmesi açısından incelendiğinde, temel ilkelerin hemen hiç değişmediği  görülür.
Yabancı ya da aynı obadan ziyaretçilerin çadıra girmeleri de belirli kurallara göredir. Konuk keçe örtüyü kaldırmadan önce, öksürerek ya da değişik sesler çıkararak geldiğini içerdekilere duyurmaya çalışır.   
Sonra örtüyü kaldırır, bakışlarını ayak uçlarına çevirip biraz eğilerek içeri girer. Kısa bir an durur, doğrulur. Bir kaç saniye, yukarıya, çadırın tepesine doğru bakar. Bu duraksama, büyük ihtimalle, kadınlara toparlanma fırsatı vermek içindir. Herhangi bir hareket yapmadan çadırdakileri selamlar, selamına karşılık aldıktan sonra ev sahibinin gösterdiği yere geçip oturur. 
Gerçek kimliği Anadolu’da şekillenen Türk evi ve Türk evini özgünleştiren odalar ile çadır arasında gerek kullanım alanları, gerek işlev ve gerekse bölümler arası ilişkiler açısından  önemli biçimsel benzerlikler vardır. 
Dışarıdan bakıldığında, gerçekten de “tek göz oda” gibi görünen keçe çadırlar, kullanım amaçlarına göre; sökülüp takıması ve taşınıp toplanması kolay hafif malzemelerle bölünüp şekillendirilerek kalabalık bir aileyi barındıracak yaşama mekanı haline getirilebilir. Çadırı kullanım amacına göre üç bölüme ayırabiliriz 
Bu bölmelerin  başında; günün ve hayatın akışına göre, taşınabilir araçlarla işlevsellik kazanan ve geleneksel Türk evlerinde sofaya dönüştürülen dairesel orta mekan vardır.  Orta mekanın merkezinde ataş yeri ve korluk diye de adlandırılan ocak bulunur. Ocak, eski Türk dininde kutsal mekanlardan sayılır. 
Ateş tıpkı hava, su ve toprak gibi ve aynı zamanda hayatın olmazsa olmazlarından biri olarak kabul edilir. Bugün hala kullanmakta olan ocağı sönmek veya ocağına incir dikmek deyimleri, ocağa yüklenen kutsallığın İslamiyetten sonra da devam ettiğini gösterir. 
Ocak aynı zamanda  soyun devamının da simgesidir. Bu inançladır ki, evin küçük oğluna ocağın sürekliliğini sürdürecek olan anlamında, ot tiğin denir ve evlendiğinde; baba ocağında yaşamak zorundadır, ayrı çadır  kuramaz,  
Anneler de yüzyıllar boyu bebeklerini ocağın yanında dünyaya getirirler.
Mavi gök  gibi yağız yeri  de kutsal kabul eden eski Türkler, çocuklarının dünyaya geldiıi anda varlığı oluşturan dört elementi bir arada hissetmesinin ona güç vereceıine inanırlar. Bu inançla doğuma az bir zaman kala, aile reisi sönmeyen ocağın yanına elenmiş kilden bir  yatak hazırlar. Hamile kadın doğum sancğları başladığında, ayağı eşiği ve gözleri tünlükten görünen mavi göğü görecek şekilde bu kil yatağa yatırılır ve doğum burada gerçekleflir. 
Bebek göbeği kesildikten sonra bu zemine sırtüstü uzatılır. Oturup yürüyecek yaşa gelinceye kadar yatırıldığı salıncağın içine de yine kilden döşek yapılır. Böylece doğanın da, doğum yapanında aynı anda toprak, ateş ve hava ile teması sağlanmış olur.
Doğan bebek kızsa ana-baba tebrik edilir.  Tebrike gelen konutlara pasta, çörek ve şerbet sunulur.
Bebek erkekse, aile reisi bebeğin başucuna bağlanan beyaz mendili ya da kumaş parçasını çadırın girişine asar. Bebeğin adı doğumunun dokuzuncu günü şamanın katıldığı ve dualar okuduğu bir törenle koyulur.
Çadırın “tünlük” denilen tepe keçesinin ocağın üstüne gelen kısmı açılıp kapatılabilecek biçimde düzenlenir. Böylece hem ocak yakıldığında dumanın çıkacağı bir baca oluşturulur, hem de sıcak yaz gecelerinde iç mekanın hava alması sağlanır.   
Erken dönemlerde çıplak bırakılan toprak zemin, mangal ve maltız gibi taşınabilir ısıtma elemanlarının kullanılmaya başlanması üzerine, mevsim koşullar ve ailelerin ekonomik gücüne göre hasır veya kilimle kapatılır.
Eski Türklerin toprağa, havaya, suya, ateşe ve doğaya karşı gösterdikleri bu yakın ilgi, bazı zorunlu değişimler geçirerek günümüze kadar devam eder. Evlerimizi güzelleştiren halı, kilim ve perdeler ile odalarımızı ve yataklarımızı süsleyen renk renk, motif motif çarşaf ve örtüler renkleri ve desenleriyle hep toprağı, havayı, suyu, ateşi ve doğayı hatırlatır. Örtü ve yaygılarda düz renklerin kullanılmaması bu geleneğin günümüze yans›ıdığını gösterir.
Çadırın girişinde, sağ tarafta orta alandan “çit” ya da “çığ”la ayrılan yiyecek deposu bulunur. Türk evi kilerinin ve zahire damlarının prototipi olan bu bölmede at derisinden yapılmış kımız tulumu, kurutulmuş et, peynir gibi yiyecek ve içecekler saklanır.
Girişin hemen soluna, binek hayvanlarının eyer-koşum takımlarının üzerine konulduğu kanatlar ve ayaklar yerleştirilir. Bu bölmenin değişen koşullara göre farklı amaçlarla kullanılmas da her zaman mümkündür. 
Girişin tam karşısında, ocağın arkasında; arpa, buğday gibi tahıların saklandığı çuvallar; iç çamaşır, elbise, takı ve benzeri değerli ve mahrem eşyaların korunduğu sandık ve gündüz kaldırılan yatak, yorgan, yastık, çarşaf, sergi, ve yaygıların konulduğu “tör” denilen yüklük bölümü vardır. Geleneksel Türk evlerinde ahşap dolap kapaklarıyla yabancı gözlerden kaçırılan bu bölme, kilim, keçe veya halı gibi örtülerle kapatılır.   
Çadırın orta mekan ve kullanma alanları dışında kalan bölümü; oturmak, dinlenmek ve yatmak amacıyla taşınabilir ahşap malzemelerle zeminden 20 santimetre kadar yükseltilir.   Bu şekliyle uzun yıllar Türk evi odalarında da aynı amaçla kullanılan; sedir, kerevet ve taht gibi değiflik adlarla anılan döşemenin üzeri, ailenin ekonomik durumu ve mevsim şartlarına göre belirlenen örtülerle kapatılır.  
Bu bölümün girişe göre sağda yer alan kısmına evin büyüğünün, yani aile reisinin yatağı açılır. Hemen yanında da ok, yay ve kılıç gibi silahlar ile günlük giysilerin ve her an kullanılması gerekebilecek değerli eşyaların asıldığı demir bir kazık dikilir. 
Aileler erkek çocukları evlendirdiğinde ya da kızlarını gelin edip içgüveyi aldıklarında aynı çadırda bir arada yaşamaları zorlaşır. Böyle durumlarda; ailenin ekonomik gücü yeterliyse genç çiftlere yeni bir çadır kurulur. Yoksul ailelerde ise, aile reisinin karşısındaki bölme damat ve geline ayrılır.
Ancak bu yerleşim düzeni, mekanın özelleşmesi anlamına gelmemekle birlikte, mahremiyetin korunması açısından önem taşır. İkinci aileye ayrılan bölme, yatma zamanı çit, kilim veya keçe ile perdelenerek iki ayrı yatak odasına dönüştürülür.

HAREM-SELAMLIK VE EVLİLİK

Sözcüğün aslının Arapça olmasından  yola çıkılarak, harem kurum ve kavramının Türk aile ve ev geleneğine İslamiyetle birlikte girdiği ileri sürülür. Oysa; Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeki sebep, sonuç ve şekliyle olmasa da, harem gerçeği, Hun  çağlarından beri Türk ev geleneğinde önemli bir yer tutar.
Eski Türk devletleri savaş ve il almak ideali üzerine kurulur, varl›klar›n› da ancak savaflarak sürdürürler. Bu durum; sefere çıkan Han, Hakanlar, vezir ve asker yöneticileri, ailelerini de yanlarında götürmeye zorlar. Daha sonra sefere çıkan askerlerin eş ve çocuklarının da ordunun peşine takılmaya başlamaları üzerine; “göç orduları” adıyla Türk tarihine geçen yeni bir güç oluşur.  Bu durum kadın-erkek ilişkilerini düzenleyen bir takım kurum ve kuralların belirlenmesini zorunlu kılar.
Harem de başlangıçta bu göç orduları bünyesinde ve Türk hakanlarının otağlarında kimlik kazanır. Bir çok odadan oluşan otağın bir bölümü Hakan’ın eşine, kız çocuklarına, cariye ve hizmetçilerine ayrılır. Bu bölüme, hakanın hizmetinde bulunan ve Göktürklerde cariye anlamına gelen Kün denilir. Uygurlar sadece Harem anlamında kullanırlar.
Ancak; hakan otağının kün bölümü, bilir bilmez herkesin hakkında söz ettiği Osmanlı sarayının ya da vezir, bey, paşa konaklarının harem daireleri gibi, dışarıdakilerin içeriyi ve içerdekilerin dışarıyı görmelerine izin verilmediği  bir hapishane olmadığı kesindir. Hakanın başhatunu, kurultaylardan yabancı elçilerin kabulüne kadar, bir çok törene katılır ve fikirlerini açıklama hakkına sahiptir. Kadının erkeğinin peşi sıra savaşlara gittiği ve gerektiğinde savaştığı Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı ve Selçuklularda; harem, yabancıların girmelerine izin verilmeyen yerdir.
Göçebe obalarında ve köylerde yaşayan Türk kadını evde olduğu kadar tarlada, otlakta ve sokakta da erkeklerle yanyana özgür bir yaşam sürdürür.
En eski çağlardan beri başlık geleneği olsa da, görücü usulü evliliklere rastlanmaz. Kadın erkeği, erkek kadını görüp beğenmeden ve hatta tanışıp konuşmadan, ebeveynler evlilik kararı veremez. Gerek eski Türk destanlarında, gerek Dede Korkut hikayelerinde ve gerekse yabancı gezginlerin anılarında bu gerçek açık bir biçimde anlatılır.
Oba, köy, kasaba ve hatta küçük şehirler de yaşayan Türk topluluklarında “kaç-göç” olmadığı için, evlilik yaşına gelmiş kızların ve erkeklerin birbirlerini görüp konuşmaları her zaman mümkündür. Düğün, bayram, yuğ, şölen ve tören gibi etkinlikler bu görüşmeler için en uygun ortamı oluştururlar. 
Birbirlerini beğenen çiftler evlilik isteklerini; önce bakışmak, karşılıklı oynamak ve yarışmak gibi hareketlerle anlatırlar. Kendi aralarında karar verdikten sonra; delikanlı akraba veya dostlarından birini kızın ailesine koşulları öğrenmek üzere sağdıç olarak gönderir.
Sağdıçlığı üstlenen baba, anne, akraba veya dost, sebeb-i ziyaretini önceden bildirerek belirlenen uygun bir zamanda kızın ailesine konuk olur. Kız babası sağdıcı çadırın dışında, eşiğin hemen önünde karşılar. Sağdıç kızını isteyeceği evin reisi önünde diz çöker.  
"Evinin eşiğinin önünde, şimdi diz çöküyorum. Senin evine geldim, baylığına sevindim. Evinin başını istemek için, çözülmez bağlarla sağdıçlık bizi bağlasın. Yanaklar nasıl ayrlmazsa, zırhın yakası nasıl kopmazsa, bizimle akrabalık bağları, kayın kabuğu gibi sağlam, ince çift dikiş gibi sık olsun. Niyetim bıçağın sapını, kazanın kulpunu istemektir" diyerek; evin başı, bıçağın sapı, kazanın kulpu diye nitelendirdiği kızı ailesinden ister. Aile reisi, önce kızıyla konuşur ve onun rızalığını gösteren mendili vermesinin ardından kararını sağdıçlara bildirir.
Eski Türklerde evlenmek, sönmez bir ateş yakmaktır.  Bu inançladır ki evlilikler, günlerce süren coşkulu düğünlerle bütün obaya duyrulur. Gelin damadın ailesinin gözünde, bugünki gibi el kızı değil; evi aydınlatan ışık ve yanan ocağın neşesidir. Gelin de eşinin ailesine aynı duygularla yaklaşır.      
Evlendiği gün eşiyle birlikte kayınatasının önünde diz çöker. Kayınata yeni evlileri: 
"Hayatın uzun olsun. Günlerin sonsuz olsun. Akln çabuk işlesin. Ruhun çabuk kavrasın!. Akrabaların seninle hiç çekişmesin!. Gıdan besleyici olsun. Aşların bol bol aksın.. Ateşin ısı versin. Oturduğun yerin külü bol olsun. Koyun ve kuzu sürülerinden daha çok neslin olsun. Yabani horozun yavrularndan daha çok çocuğun olsun. Bir ardıl doğurasın" sözleriyle uğurlar.
Türkler yine inançla"rından ötürü, İslamiyeti kabul  edinceye kadar çadırlarını kapıları doğuyu görecek şekilde çatarlar. Güne başlamak üzere çadırdan çıkarken güneşi görmeyi bir nevi uğur sayar ve gök tanrıya olan inançlarını göstermenin yolu olarak kabul ederler.
Türk evindeki tuvalet ve banyo gibi hizmet alanları yaşama çevresi ve mevsim koşullarına göre genellikle dış çevrede görülür. Sıcak mevsimlerde mutfak, ocak ve sofra da dış mekana taşınır.
Arkeologlar Tanrı Dağları eteklerinde; Göktürklerden kalma kerpiç veya taştan yapılmış “Kuytu” denilen küçük kulübelerin izlerine rastlarlar.
Kalıntılar arasında bulunan ocak, mutfak eşyaları ve tulum gibi ev araçları ile ağaç  tas, çanak ve çömleklerden kuytunun genellikle mutfak olarak kullanıldığı, kış aylarında da çitlerle ayrı bir banyo bölümünün eklendiği anlaşılır. 
Aralarında kan birliği bulunan ailelerin veya aynı ailenin sahip olduğu çadırların arasındaki alana ve oluşturdukları kümeye avul denir. Türk evlerinin açık mekanlarına verilen “avlu” adı da bu sözcükten kaynaklanır. 16. Yüzyıla doğru Anadolu’da özgün kimlik kazanan Türk evlerinin “hayat”, “bahçe” ve “avlu” adıyla anılan açık ortak kullanım alanları, göçebe obalarındaki avuldan başka birşey değildir.
Birden fazla ailenin bir arada yaşadığı çadırların oluşturduğu avullar da “oba” olarak adlandırılır. Her obanın uymak zorunda olduğu genel bir töre ve kısmen özel kurallar vardır. Ailelerin toplum içindeki konumlarına göre çadırlarını nereye kuracakları önceden bellidir. Bu oturma ve yerleşme düzenine “orun” denilir.


11 Aralık 2010 Cumartesi

BOZKIRLI GÖÇEBELERİN YAŞAMA MEKANLARI

Türkçe konuşan bozkırlı göçebelerin tarih sahnesine nerede, ne zaman ve nasıl çıktıkları hakkında ötedenberi birbirinden farklı ve çelişkili fikirler ileri sürülür. Altı yüzyıl üç kıtaya hükmeden muhteşem imparatorluğun asli kurucularının etnik kimlikleri ve tarihsel kökenleri ancak arkeolojik araştırmaların hız kazandığı 18. Yüzyıl’ın sonlarına doğru tarihçilerin ilgisini çekmeye başlar. Aradan geçen yaklaşık 2 yüzyıl boyunca; özellikle II. Dünya Savaşı yılarında yapılan kazılarda çıkarılan buluntular ışığında; henüz hiçbiri kesinlik kazanmayan farklı görüşler ortaya atılarak tartışmaya açılır.        
Rus bilim adamları,20.Yüzyılın başlarında  Altaylar ile Savan dağlarının güneybatısında yaptıkları kazılarda Taş devrinin ilk çağlarından kalma izlerine rastladıkları “Andronovo insanı”nın, Türklerin proto-tipi olduğu tezini ortaya atarlar. Daha sonra yapılan Arkeolojik kazılarda elde edilen bulgularla da desteklenen bu teze, çağımızın türk ve yabancı tarihçileri kesin gözüyle bakarlar. 
M.Ö. 2000’lere doğru Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasındaki geniş coğrafyada etkin olmaya başlayan ve 19. Yüzyıl tarihçilerinin Çin vekayinamelerinde yazılı adlarla andıkları beyaz brekisefal ırktan bütün topluluklar, Proto-Türkler adı altında toplanır. Rus bilim adamlarının ortaya çıkardıkları bulgulara dayanılarak, bakırdan aletler yapan; sığır, deve ve koyunu ehlileştiren bu toplulukların göçebe bir hayat yaşadıklarını ileri sürülür. Daha sonra; Proto-Türk kültürünü temsil ettiği belirlenen Anau’da yap›lan arkeolojik kazılarda bulunan ilk kültür tabakasında çıkarılan kalıntıarla, Türk tarihini M.Ö. 4000’lere kadar götürülür.
Türk adları ve Türklere ait ilk yazılı bilgiler, M.Ö. 17. Yüzyıldan itibaren Çin vekayinamelerinde yer almaya başlar. M.Ö. 1766’’da “Çun-Goey”, M.Ö. 1122’de “Ta-Pi”, M.Ö. 1166’da “Pe-Çi” ve M.Ö. 627’de “Kio-K’ue” adlı bozkır hükümdarlarından söz edilir. Aynı kaynaklar; M.Ö. 1700 tarihinden itibaren göçebe ve savaflçı topluluklara özgü bir kültürün tarih sahnesinde yer almaya ve Orta Asya’da hakimiyet kurmaya başladığını; tarihlerini her anlamda ve her alanda etkileyen önemli bir değişim sürecine girdikleri; yaşadıkları geniş coğrafyada iki ayrı kültür ve yaşama biçimi geliştirdiklerini bildirilirler.
M.Ö.1328’e doğru Çin kaynaklarında adı geçen ve M.Ö. 781-771’de Çin’in Şansi eyaletine egemen olan bozkırlı “tikler”in Proto-Türkler olduğunu ileri süren bazı tarihçiler, Türk tarihini bu yıllarda başlatırlar. “Türk” sözcüğü, kullanılan alfabe ve dilden kaynaklanan farklı biçimlerle, daha yakın zamanlara ait kaynaklarda da yer alır. Herodot’un ünlü Tarihi’nde “Yurcae”, Plinus Secundus ve Pompenius Mela’nın eserlerinde “Turcae” olarak söz edilen Ural ile Volga nehirleri arasında yaşayan savaşçı, atlı göçebeler de Türklerden başkası değildir. 
M.Ö. 1700’lere doğru yazılı belgelere geçen Türk sözcüğünün ulus adı olarak hangi topluluğa ve ne zaman verildiği hakkında yeterli bilgi bulunmamakla beraber o dönemlerde brekisefal beyaz ırktan gelen veya Türkçe konuşan bütün toplulukların genel adı olmadığı kesindir. Büyük ihtimalle aynı ırktan gelen ve aynı dili konuşan topluluklardan yalnız birine verilen kabile adıdır. M.S. VI. Yüzyılda, Göktürklerin tarih sahnesine çıkmalarıyla birlikte yaygın biçimde kullanılır; zaman içinde Hun, Avar, Tabgaç, Kırgız, Karluk, Yağma, Çigil, Oğuz, Türkeş, Uygur, Hazar, Bulgar, Peçenek ve Kıpçak adlarıyla anılan aynı soya mensup, aynı kültürü paylaşan ve Türkçe konuşan toplulukların ortak adı olarak telefuz edilir.  
Türklerin, tarih sahnesine hangi mekanlarda çıktıkları ve nası bir hayat tarzı geliştirdikleri henüz kesinlik kazanmadığı gibi, tarihçilerinin de değişmez tartışma konuları arasında yer alır. Gerek mevcut tarihi dökümanları ve gerekse söz konusu tartışmaları değerlendirmeden önce, Türk evi kimliğini şekillendiren coğrafya ve doğal etkenleri kısaca hatırlamak gerekir.   
Türklerin tarih sahnesine çıktıkları; güneyde Tanrı Dağları, kuzeyde Sibirya Ovası, doğuda Kingan ve batıda Ural Dağları ile çevrili geniş coğrafya, öteden beri “bozkır” olarak adlandırılır. Bu sözcük; tanım denizlerden uzakta, çepeçevre yüksek dağlarla kuşatılmış geniş çorak toprakları; yüksek yaylalar ile gölleri ve nehirleri kuşatan verimli ovaları ve iki mevsimin öne çıktığı karasal iklimin zorlu şartlarını akla getirir. Bu ortamda  şekillenen tarım ve hayvancılığa dayalı ekonomik düzenin etkilediği sosyokültürel yapının aynı coğrafyada halen yaşatılıyor olması da, bozkırın en eski sakinlerinin yaşama tarzları ve yaşama mekanları hakkında önemli ipuçlarıdır.
Arkeolojik kazıarla ortaya çıkan buluntular da bu süreci doğrular. Türklerin tarihin karanlık çağlarında barındıkları mekanların izlerini Taş devrinin ilk dönemlerine kadar götürür. Bu kalıntıların beyaz brekisefal ırka mensup topluluklara ait olduğu kesin biçimde ortaya kanıtlanamasa da, aynı coğrafyada ve aynı doğal  ortamda yaşayan Türklerin hayat tarzları hakkında önemli bilgiler verir.  
Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat yakınlarındaki Anau’da yapılan kazılarda ilginç ve varsayımları altüst eden bir sosyoekonomik yapının belirtilerine rastlanır. Anau buluntuları arasında yer alan güneşte kurutulmuş tuğlalardan yapılan dört köşe evler, tahıl taneleri, at, deve, koyun ve sığır gibi hayvanlara ait kemikler Proto-Türklerin zamanımızdan 6000 yıl önce yerleşik ve ziraatçi bir topluluk olduklarını gösterir. Rassony; Anau kazısı sonuçlarına göre; Güney Türkistan vadilerinde yaşayanların “6000 yıl önce buğdayı arpa ile birlikte bildikleri, oysa bu çağda orada hayvan yetiştirmenin izlerine bile rastlanmadığını" söyler. 
M.Ö. 3000’lere ait olduğu tahmin edilen Harzem’de bugünkü Turtkul yakınlarındaki Kelteminar’da; 8-10 metre yükseklikteki sütunlarla yapılmış taş yapılar ortaya çıkarılır. Kuzey-doğu rüzgarlarına karşı korunan bu evlerde, Türk ev geleneğinde önemli bir yer tutan sonsuza dek yanması istenen ateş ve ocak izlerine de rastlanır. Kemik kalıntıları Kelteminar halkının, balıkçılık ve avcılığa dayanan yerleşik bir hayat tarzını benimsediklerini ortaya koyar.  
M.Ö. 2250’lerden kaldığı tahmin edilen Namazgah Tepe buluntuları arasında yer alan; tuğla ve alçı kalıntıları, kıyılmış yemler, arpa, buğday, çavdar, üzüm taneleri ile koyun, keçi, sığır ve köpek kemikleri; tahıl dövmede kullanılan havan elleri, dibek ve bakır eşyalar yerleşik hayatın ve kısmi göçebeliğin belirtileridir.   
M.Ö. 1700’lere kadar tarım ve hayvancılığa dayalı yerleşik yaşama biçimini ayrı kabileler halinde sürdüren Türkler, M.Ö. 1200 ile 700 yılları arasında bir sosyal, ekonomik ve siyasal birlik oluşturma yolunda etkili adımlar atarlar. Bu olgu ve Orta Asya’nın değişen doğal şartları, yaşama biçimlerini de şekillendirir. At, deve, koyun ve sığır beslemesini bilen bu topluluklar, hayvanlarının yün ve yapağılarından iplik yapmayı öğrenir ve dokuma teknikleri geliştirirler. Yenisey bölgesinde bulunan bu döneme ait taşlar üzerindeki resimlerden; Rusların “Kibitka” dedikleri arabalı keçe çadırlar yaparak bu mekanlarda yaşadıkları anlaşılır.
Ancak Türk Tarihinin Karanlık Çağlarına ışık tutacak yeterli tarihsel kaynağa sahip olunmadığı gibi, mevcut bilgileri kesin, değişmez ve mutlak doğrular değildir. Mevcut veriler çerçevesinde;Türklerin ve Asya’nın öbür sakinlerinin tarih sahnesine zamanımızdan yaklaşık 6000 yıl kadar önce, güneşte kurutulmuş tuğlalardan yaptıkları sabit mekanlarda çıktıkları söylenebilir. 
M.Ö.1200’lerden itibaren taşınabilir mekanlar üreterek göçebe hayat tarzını geliştirdikleri, yün-yapağı işleyerek bir dokuma ve çadır teknolojisi oluflturdukları güçlü bir olasılıktır. Öte yandan; Çin, İndüs Vadisi, Mezopotamya, Anadolu ve Asya’nın diğer bölgelerinde yaşayan çağdaşlarından farklı olarak, tarıma dayalı “yerleşik” ve hayvancılık ekseninde gelişen “göçebe” hayat tarzlarını bazan bir arada, uyum içinde sürdürdükleri; bazan da göl ve nehirlere yakın bölgelerde çevre şartlarına uygun bir yaşama çevresi oluflturdukları şimdilik kabul gören yorumlardır.
Çin Vekayinameleri ve Orta Asya kurganlarından elde edilen verilerle M.Ö. 204’te Orta Asya’da Türk birliğini sağlayan Hunların barındıklar taşınabilir veya sabit mekanların resmi çizilemez. Ancak iskeleti belirlenebilen bu mekanlar, yapıyı ve yaşama tarzını şekillendiren doğal ve sosyal çevre gibi etkenlerlin rengi verilerek tamamlanabilir. 
Çin vekayinamelerinde bir bütün olarak anılan ve ısrarla “bozkırlı, savaşçı, atlı göçebe” olarak tasvir edilen Hunların, bir yandan sürüleri ile uğraşırken bir yandan da arpa ve buğday gibi tahılları ekip biçtiklerinden söz edilirse de, bu tespitleri zamanın, mekanın ve hayatın geneline uygulamanın önemli yanyışlara yol açacağı kesindir. Hunların yayıldıkları geniş coğrafyanın her bölgesinde farklı hayat şarlarının hakim olması; insanın o dönemlerde doğaya söz geçirecek teknolojiye sahip olmaması, doğal olarak farklı ve birden fazla ekonomik ve sosyal yapının oluşmasını gerektirir. Arkeolojik kazılarda elde edilen ürün ve aletler de, bu gerçeği doğrular. 
Hunların geçmişlerinden gelen göçebeliğin yanı sıra; yaşadıkları geniş coğrafyanın belki farklı alanlarında, tarıma dayalı “yerleşik”liğ de benimsediklerini ve yaşama mekanlarını bu iki farklı hayat tarzın gerektirdiği biçimde oluşturup geliştirdiklerini ortaya koyar. Gerek yaşadıkları ve egemenlik kurdukları coğrafyanın doğal şartları, gerek Altay bölgesinde bu çağda açılmış sulama kanalları ve gerekse arkeolojik kazılarda çokça rastlanan saban demiri, orak, soku ve değirmen taşları ile benzeri tarım araçları bu yargıyı daha da güçlendirir. 
Elde kesin bilgiler olmamakla beraber; mevcut verilerden yola çıkılarak, Hunların yaşadıkları çevrenin coğrafya ve doğa şartlarına uygun olarak; mevsimlere ve çevreye göre değişen yaşama biçimlerini; “yerleşik”, “göçebe” ve “konar-göçer” diye üç başlık altında toplamak, fazla zorlama bir gruplandırma olmasa gerek.
Hunlar›n e€emen olduklar› ve yo€un olarak yaflad›klar› alanlarda yerleflik düzenleri hakk›nda ayr›nt›l› bilgi verecek bulgulara, önceki bölümde an›lan  eski flehirlerin üst tabakalar›nda rastlan›r. Bu dönemde ev olarak kullan›lan sabit mekanlar›n yap›sal özelliklerinin ipuçlar› bugünkü K›rg›zistan s›n›rlar› içinde yer alan Katta kurgan› kal›nt›lar› civar›nda görülür. Hun ça€›na ait olup olmad›€› kesin olarak tespit edilemeyen bu kurganda Orta Asya’ya özgü yuvarlak keçe çad›rlar› and›ran baz› ev kal›nt›lar› ortaya ç›kar›l›r. 
Türk imparatorluklar› zincirinin ilk halkas›n› oluflturan Hunlar ile, son halkas›nda yer alan Osmanl›lar aras›nda, baflta toplusal yap›lar› olmak üzere, her alanda büyük benzerlikler görülür. 
İlk Türk imparatorluğununun temelleri, tıpkı son imparatorluk gibi, çadırlardan oluşan bir obanın ortasında yükselen “otağ”da atılır. Her iki imparatorluğun hakim unsuru göçebe Türk boylarıdır, eğemenlik kurdukları topraklara sürüleri ve çadırlarıyla gelirler. İlk hedefleri “yurt” edindikleri coğrafyada ulusal birliği sağlamak olur. Daha sonra Çin ve Bizans gibi çağlarının en güçlü devletlerine boyun eğdirerek sınırlarını genişletirler. “Yerleşik”, “göçebe” ve “konar-göçer” hayat tarzlarını uyum içinde yaşatan bir sosyal yapı oluştururlar.      
Ünlü tarihçi Otto Franke, bu gerçeği: “Hunlar, ancak Osmanlı Türkleri ile mukayese edilebilirler” diye özetler. Diğer bir ifadeyle; Osmalı Türkleri’nin sosyoekonomik yapıları incelenerek, Hun Türkleri’nin toplumsal hayatları hakkında önemli ipuçları yakalanabilir.
Türk tarihinin Göktürk çağına ait yazılı belgeler ile yer üstü ve yer altı kalıntılarında ortaya çıkarılan bulgularda; dönemin hayat tarzına ve mekan geleneğine ilişkin farklı bilgiler dikkati çeker. Gerek Göktürk alfabesiyle kaleme alınmış kitabelerde ve gerekse Çin tarihçileri ile gezginlerinin eserlerinde; Göktürklerin,“göçebe” oldukları vurgulanır. Göktürk dönemine ait kent kalıntılarından çıkarılan buluntularsa; tarihin karanlık çağlarından beri süre gelen yerleşik hayat tarzını geliştirilerek yaşatıldığını örneklerle gözler önüne serer. Bu durum  kimi zaman tarihçilerin çelişkili değerlendirmeler yapmalarına da neden olur. 
Kimi tarih yazarları; “bütün Türkler çadırda yaşayan göçebeler değildi” diyerek; büyük ihtimalle Çin ve Arap seyahatnamelerinde anlatılan Göktürk şehirlerini örnek vererek Türkler’in “yerleşik bir medeniyete geçmeye” başladıklarını ileri sürerler. Savlarını da; Göktürkler çağında vücut bulan Çargelan, Çumgal, Çaldıvar, Atbaş, Şirdak Beg ve Manakeldi gibi Göktürk şehirlerinin kalıntılarında ortaya çıkan buluntular ile kanıtlamaya çalışırlar. Ki eldeki çok sayıda tarihsel belge ve bulgular da her iki görüşü doğrular niteliktedir. Isıg göl kıyılarında bulunan Çargelan harabeleri; 300 X 250 metrelik alanı kuşatan surları, sokakları ve evleri ile yerleşik hayatın tüm gereklerini içinde barındırır.
Kimi tarihçiler de “Göktürklerin göçebe olduklarını” vurgulayarak, geçişin yerleşik hayattan göçebeliğe doğru olduğunu belirtirler. Hun çağında ileri seviyelere ulaşan “dülgerlik tekniğnin Göktürk devrinde artık kaybolmuş” olduğunu ve yönetici kesimin “çadırlarda oturduklarından, arabaları üzerinde de keçe çadırdan evleri” olduğundan söz ederler.  
İlk anda çelişkili gibi görünen bu iki farklı tespit; aslında Türklerin tarih sahnesinde yerlerini aldıkları ilk çağlardan beri yaşata geldikleri ikili hayat tarzının yansımasıdır. Şu farkla ki, Hun dönemi ve öncesinde daha çok doğal ve ekonomik şartlara göre şekillenen hayat tarzları ve yaşama mekanları; Göktürk  çağlarında, sosyal statünün göstergesi ve gereği olarak öne çıkar ve sosyal sınıf farklılıklarını ortaya koyar. Değişik bir ifadeyle; askeri aristokrasinin öne çıktığı bu dönemde; keçe çadırlar soyluların; kent, kasaba ve köylerdeki taş veya toprak yapılarsa, “Karabudun” olarak adlandırılan tarım, ticaret ve zanaatla uğraflan halka özgü yaşama mekanlarıdır.