11 Aralık 2010 Cumartesi

BOZKIRLI GÖÇEBELERİN YAŞAMA MEKANLARI

Türkçe konuşan bozkırlı göçebelerin tarih sahnesine nerede, ne zaman ve nasıl çıktıkları hakkında ötedenberi birbirinden farklı ve çelişkili fikirler ileri sürülür. Altı yüzyıl üç kıtaya hükmeden muhteşem imparatorluğun asli kurucularının etnik kimlikleri ve tarihsel kökenleri ancak arkeolojik araştırmaların hız kazandığı 18. Yüzyıl’ın sonlarına doğru tarihçilerin ilgisini çekmeye başlar. Aradan geçen yaklaşık 2 yüzyıl boyunca; özellikle II. Dünya Savaşı yılarında yapılan kazılarda çıkarılan buluntular ışığında; henüz hiçbiri kesinlik kazanmayan farklı görüşler ortaya atılarak tartışmaya açılır.        
Rus bilim adamları,20.Yüzyılın başlarında  Altaylar ile Savan dağlarının güneybatısında yaptıkları kazılarda Taş devrinin ilk çağlarından kalma izlerine rastladıkları “Andronovo insanı”nın, Türklerin proto-tipi olduğu tezini ortaya atarlar. Daha sonra yapılan Arkeolojik kazılarda elde edilen bulgularla da desteklenen bu teze, çağımızın türk ve yabancı tarihçileri kesin gözüyle bakarlar. 
M.Ö. 2000’lere doğru Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasındaki geniş coğrafyada etkin olmaya başlayan ve 19. Yüzyıl tarihçilerinin Çin vekayinamelerinde yazılı adlarla andıkları beyaz brekisefal ırktan bütün topluluklar, Proto-Türkler adı altında toplanır. Rus bilim adamlarının ortaya çıkardıkları bulgulara dayanılarak, bakırdan aletler yapan; sığır, deve ve koyunu ehlileştiren bu toplulukların göçebe bir hayat yaşadıklarını ileri sürülür. Daha sonra; Proto-Türk kültürünü temsil ettiği belirlenen Anau’da yap›lan arkeolojik kazılarda bulunan ilk kültür tabakasında çıkarılan kalıntıarla, Türk tarihini M.Ö. 4000’lere kadar götürülür.
Türk adları ve Türklere ait ilk yazılı bilgiler, M.Ö. 17. Yüzyıldan itibaren Çin vekayinamelerinde yer almaya başlar. M.Ö. 1766’’da “Çun-Goey”, M.Ö. 1122’de “Ta-Pi”, M.Ö. 1166’da “Pe-Çi” ve M.Ö. 627’de “Kio-K’ue” adlı bozkır hükümdarlarından söz edilir. Aynı kaynaklar; M.Ö. 1700 tarihinden itibaren göçebe ve savaflçı topluluklara özgü bir kültürün tarih sahnesinde yer almaya ve Orta Asya’da hakimiyet kurmaya başladığını; tarihlerini her anlamda ve her alanda etkileyen önemli bir değişim sürecine girdikleri; yaşadıkları geniş coğrafyada iki ayrı kültür ve yaşama biçimi geliştirdiklerini bildirilirler.
M.Ö.1328’e doğru Çin kaynaklarında adı geçen ve M.Ö. 781-771’de Çin’in Şansi eyaletine egemen olan bozkırlı “tikler”in Proto-Türkler olduğunu ileri süren bazı tarihçiler, Türk tarihini bu yıllarda başlatırlar. “Türk” sözcüğü, kullanılan alfabe ve dilden kaynaklanan farklı biçimlerle, daha yakın zamanlara ait kaynaklarda da yer alır. Herodot’un ünlü Tarihi’nde “Yurcae”, Plinus Secundus ve Pompenius Mela’nın eserlerinde “Turcae” olarak söz edilen Ural ile Volga nehirleri arasında yaşayan savaşçı, atlı göçebeler de Türklerden başkası değildir. 
M.Ö. 1700’lere doğru yazılı belgelere geçen Türk sözcüğünün ulus adı olarak hangi topluluğa ve ne zaman verildiği hakkında yeterli bilgi bulunmamakla beraber o dönemlerde brekisefal beyaz ırktan gelen veya Türkçe konuşan bütün toplulukların genel adı olmadığı kesindir. Büyük ihtimalle aynı ırktan gelen ve aynı dili konuşan topluluklardan yalnız birine verilen kabile adıdır. M.S. VI. Yüzyılda, Göktürklerin tarih sahnesine çıkmalarıyla birlikte yaygın biçimde kullanılır; zaman içinde Hun, Avar, Tabgaç, Kırgız, Karluk, Yağma, Çigil, Oğuz, Türkeş, Uygur, Hazar, Bulgar, Peçenek ve Kıpçak adlarıyla anılan aynı soya mensup, aynı kültürü paylaşan ve Türkçe konuşan toplulukların ortak adı olarak telefuz edilir.  
Türklerin, tarih sahnesine hangi mekanlarda çıktıkları ve nası bir hayat tarzı geliştirdikleri henüz kesinlik kazanmadığı gibi, tarihçilerinin de değişmez tartışma konuları arasında yer alır. Gerek mevcut tarihi dökümanları ve gerekse söz konusu tartışmaları değerlendirmeden önce, Türk evi kimliğini şekillendiren coğrafya ve doğal etkenleri kısaca hatırlamak gerekir.   
Türklerin tarih sahnesine çıktıkları; güneyde Tanrı Dağları, kuzeyde Sibirya Ovası, doğuda Kingan ve batıda Ural Dağları ile çevrili geniş coğrafya, öteden beri “bozkır” olarak adlandırılır. Bu sözcük; tanım denizlerden uzakta, çepeçevre yüksek dağlarla kuşatılmış geniş çorak toprakları; yüksek yaylalar ile gölleri ve nehirleri kuşatan verimli ovaları ve iki mevsimin öne çıktığı karasal iklimin zorlu şartlarını akla getirir. Bu ortamda  şekillenen tarım ve hayvancılığa dayalı ekonomik düzenin etkilediği sosyokültürel yapının aynı coğrafyada halen yaşatılıyor olması da, bozkırın en eski sakinlerinin yaşama tarzları ve yaşama mekanları hakkında önemli ipuçlarıdır.
Arkeolojik kazıarla ortaya çıkan buluntular da bu süreci doğrular. Türklerin tarihin karanlık çağlarında barındıkları mekanların izlerini Taş devrinin ilk dönemlerine kadar götürür. Bu kalıntıların beyaz brekisefal ırka mensup topluluklara ait olduğu kesin biçimde ortaya kanıtlanamasa da, aynı coğrafyada ve aynı doğal  ortamda yaşayan Türklerin hayat tarzları hakkında önemli bilgiler verir.  
Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat yakınlarındaki Anau’da yapılan kazılarda ilginç ve varsayımları altüst eden bir sosyoekonomik yapının belirtilerine rastlanır. Anau buluntuları arasında yer alan güneşte kurutulmuş tuğlalardan yapılan dört köşe evler, tahıl taneleri, at, deve, koyun ve sığır gibi hayvanlara ait kemikler Proto-Türklerin zamanımızdan 6000 yıl önce yerleşik ve ziraatçi bir topluluk olduklarını gösterir. Rassony; Anau kazısı sonuçlarına göre; Güney Türkistan vadilerinde yaşayanların “6000 yıl önce buğdayı arpa ile birlikte bildikleri, oysa bu çağda orada hayvan yetiştirmenin izlerine bile rastlanmadığını" söyler. 
M.Ö. 3000’lere ait olduğu tahmin edilen Harzem’de bugünkü Turtkul yakınlarındaki Kelteminar’da; 8-10 metre yükseklikteki sütunlarla yapılmış taş yapılar ortaya çıkarılır. Kuzey-doğu rüzgarlarına karşı korunan bu evlerde, Türk ev geleneğinde önemli bir yer tutan sonsuza dek yanması istenen ateş ve ocak izlerine de rastlanır. Kemik kalıntıları Kelteminar halkının, balıkçılık ve avcılığa dayanan yerleşik bir hayat tarzını benimsediklerini ortaya koyar.  
M.Ö. 2250’lerden kaldığı tahmin edilen Namazgah Tepe buluntuları arasında yer alan; tuğla ve alçı kalıntıları, kıyılmış yemler, arpa, buğday, çavdar, üzüm taneleri ile koyun, keçi, sığır ve köpek kemikleri; tahıl dövmede kullanılan havan elleri, dibek ve bakır eşyalar yerleşik hayatın ve kısmi göçebeliğin belirtileridir.   
M.Ö. 1700’lere kadar tarım ve hayvancılığa dayalı yerleşik yaşama biçimini ayrı kabileler halinde sürdüren Türkler, M.Ö. 1200 ile 700 yılları arasında bir sosyal, ekonomik ve siyasal birlik oluşturma yolunda etkili adımlar atarlar. Bu olgu ve Orta Asya’nın değişen doğal şartları, yaşama biçimlerini de şekillendirir. At, deve, koyun ve sığır beslemesini bilen bu topluluklar, hayvanlarının yün ve yapağılarından iplik yapmayı öğrenir ve dokuma teknikleri geliştirirler. Yenisey bölgesinde bulunan bu döneme ait taşlar üzerindeki resimlerden; Rusların “Kibitka” dedikleri arabalı keçe çadırlar yaparak bu mekanlarda yaşadıkları anlaşılır.
Ancak Türk Tarihinin Karanlık Çağlarına ışık tutacak yeterli tarihsel kaynağa sahip olunmadığı gibi, mevcut bilgileri kesin, değişmez ve mutlak doğrular değildir. Mevcut veriler çerçevesinde;Türklerin ve Asya’nın öbür sakinlerinin tarih sahnesine zamanımızdan yaklaşık 6000 yıl kadar önce, güneşte kurutulmuş tuğlalardan yaptıkları sabit mekanlarda çıktıkları söylenebilir. 
M.Ö.1200’lerden itibaren taşınabilir mekanlar üreterek göçebe hayat tarzını geliştirdikleri, yün-yapağı işleyerek bir dokuma ve çadır teknolojisi oluflturdukları güçlü bir olasılıktır. Öte yandan; Çin, İndüs Vadisi, Mezopotamya, Anadolu ve Asya’nın diğer bölgelerinde yaşayan çağdaşlarından farklı olarak, tarıma dayalı “yerleşik” ve hayvancılık ekseninde gelişen “göçebe” hayat tarzlarını bazan bir arada, uyum içinde sürdürdükleri; bazan da göl ve nehirlere yakın bölgelerde çevre şartlarına uygun bir yaşama çevresi oluflturdukları şimdilik kabul gören yorumlardır.
Çin Vekayinameleri ve Orta Asya kurganlarından elde edilen verilerle M.Ö. 204’te Orta Asya’da Türk birliğini sağlayan Hunların barındıklar taşınabilir veya sabit mekanların resmi çizilemez. Ancak iskeleti belirlenebilen bu mekanlar, yapıyı ve yaşama tarzını şekillendiren doğal ve sosyal çevre gibi etkenlerlin rengi verilerek tamamlanabilir. 
Çin vekayinamelerinde bir bütün olarak anılan ve ısrarla “bozkırlı, savaşçı, atlı göçebe” olarak tasvir edilen Hunların, bir yandan sürüleri ile uğraşırken bir yandan da arpa ve buğday gibi tahılları ekip biçtiklerinden söz edilirse de, bu tespitleri zamanın, mekanın ve hayatın geneline uygulamanın önemli yanyışlara yol açacağı kesindir. Hunların yayıldıkları geniş coğrafyanın her bölgesinde farklı hayat şarlarının hakim olması; insanın o dönemlerde doğaya söz geçirecek teknolojiye sahip olmaması, doğal olarak farklı ve birden fazla ekonomik ve sosyal yapının oluşmasını gerektirir. Arkeolojik kazılarda elde edilen ürün ve aletler de, bu gerçeği doğrular. 
Hunların geçmişlerinden gelen göçebeliğin yanı sıra; yaşadıkları geniş coğrafyanın belki farklı alanlarında, tarıma dayalı “yerleşik”liğ de benimsediklerini ve yaşama mekanlarını bu iki farklı hayat tarzın gerektirdiği biçimde oluşturup geliştirdiklerini ortaya koyar. Gerek yaşadıkları ve egemenlik kurdukları coğrafyanın doğal şartları, gerek Altay bölgesinde bu çağda açılmış sulama kanalları ve gerekse arkeolojik kazılarda çokça rastlanan saban demiri, orak, soku ve değirmen taşları ile benzeri tarım araçları bu yargıyı daha da güçlendirir. 
Elde kesin bilgiler olmamakla beraber; mevcut verilerden yola çıkılarak, Hunların yaşadıkları çevrenin coğrafya ve doğa şartlarına uygun olarak; mevsimlere ve çevreye göre değişen yaşama biçimlerini; “yerleşik”, “göçebe” ve “konar-göçer” diye üç başlık altında toplamak, fazla zorlama bir gruplandırma olmasa gerek.
Hunlar›n e€emen olduklar› ve yo€un olarak yaflad›klar› alanlarda yerleflik düzenleri hakk›nda ayr›nt›l› bilgi verecek bulgulara, önceki bölümde an›lan  eski flehirlerin üst tabakalar›nda rastlan›r. Bu dönemde ev olarak kullan›lan sabit mekanlar›n yap›sal özelliklerinin ipuçlar› bugünkü K›rg›zistan s›n›rlar› içinde yer alan Katta kurgan› kal›nt›lar› civar›nda görülür. Hun ça€›na ait olup olmad›€› kesin olarak tespit edilemeyen bu kurganda Orta Asya’ya özgü yuvarlak keçe çad›rlar› and›ran baz› ev kal›nt›lar› ortaya ç›kar›l›r. 
Türk imparatorluklar› zincirinin ilk halkas›n› oluflturan Hunlar ile, son halkas›nda yer alan Osmanl›lar aras›nda, baflta toplusal yap›lar› olmak üzere, her alanda büyük benzerlikler görülür. 
İlk Türk imparatorluğununun temelleri, tıpkı son imparatorluk gibi, çadırlardan oluşan bir obanın ortasında yükselen “otağ”da atılır. Her iki imparatorluğun hakim unsuru göçebe Türk boylarıdır, eğemenlik kurdukları topraklara sürüleri ve çadırlarıyla gelirler. İlk hedefleri “yurt” edindikleri coğrafyada ulusal birliği sağlamak olur. Daha sonra Çin ve Bizans gibi çağlarının en güçlü devletlerine boyun eğdirerek sınırlarını genişletirler. “Yerleşik”, “göçebe” ve “konar-göçer” hayat tarzlarını uyum içinde yaşatan bir sosyal yapı oluştururlar.      
Ünlü tarihçi Otto Franke, bu gerçeği: “Hunlar, ancak Osmanlı Türkleri ile mukayese edilebilirler” diye özetler. Diğer bir ifadeyle; Osmalı Türkleri’nin sosyoekonomik yapıları incelenerek, Hun Türkleri’nin toplumsal hayatları hakkında önemli ipuçları yakalanabilir.
Türk tarihinin Göktürk çağına ait yazılı belgeler ile yer üstü ve yer altı kalıntılarında ortaya çıkarılan bulgularda; dönemin hayat tarzına ve mekan geleneğine ilişkin farklı bilgiler dikkati çeker. Gerek Göktürk alfabesiyle kaleme alınmış kitabelerde ve gerekse Çin tarihçileri ile gezginlerinin eserlerinde; Göktürklerin,“göçebe” oldukları vurgulanır. Göktürk dönemine ait kent kalıntılarından çıkarılan buluntularsa; tarihin karanlık çağlarından beri süre gelen yerleşik hayat tarzını geliştirilerek yaşatıldığını örneklerle gözler önüne serer. Bu durum  kimi zaman tarihçilerin çelişkili değerlendirmeler yapmalarına da neden olur. 
Kimi tarih yazarları; “bütün Türkler çadırda yaşayan göçebeler değildi” diyerek; büyük ihtimalle Çin ve Arap seyahatnamelerinde anlatılan Göktürk şehirlerini örnek vererek Türkler’in “yerleşik bir medeniyete geçmeye” başladıklarını ileri sürerler. Savlarını da; Göktürkler çağında vücut bulan Çargelan, Çumgal, Çaldıvar, Atbaş, Şirdak Beg ve Manakeldi gibi Göktürk şehirlerinin kalıntılarında ortaya çıkan buluntular ile kanıtlamaya çalışırlar. Ki eldeki çok sayıda tarihsel belge ve bulgular da her iki görüşü doğrular niteliktedir. Isıg göl kıyılarında bulunan Çargelan harabeleri; 300 X 250 metrelik alanı kuşatan surları, sokakları ve evleri ile yerleşik hayatın tüm gereklerini içinde barındırır.
Kimi tarihçiler de “Göktürklerin göçebe olduklarını” vurgulayarak, geçişin yerleşik hayattan göçebeliğe doğru olduğunu belirtirler. Hun çağında ileri seviyelere ulaşan “dülgerlik tekniğnin Göktürk devrinde artık kaybolmuş” olduğunu ve yönetici kesimin “çadırlarda oturduklarından, arabaları üzerinde de keçe çadırdan evleri” olduğundan söz ederler.  
İlk anda çelişkili gibi görünen bu iki farklı tespit; aslında Türklerin tarih sahnesinde yerlerini aldıkları ilk çağlardan beri yaşata geldikleri ikili hayat tarzının yansımasıdır. Şu farkla ki, Hun dönemi ve öncesinde daha çok doğal ve ekonomik şartlara göre şekillenen hayat tarzları ve yaşama mekanları; Göktürk  çağlarında, sosyal statünün göstergesi ve gereği olarak öne çıkar ve sosyal sınıf farklılıklarını ortaya koyar. Değişik bir ifadeyle; askeri aristokrasinin öne çıktığı bu dönemde; keçe çadırlar soyluların; kent, kasaba ve köylerdeki taş veya toprak yapılarsa, “Karabudun” olarak adlandırılan tarım, ticaret ve zanaatla uğraflan halka özgü yaşama mekanlarıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder