12 Aralık 2010 Pazar

TÜRK ÇADIR KÜLTÜRÜ

Avrasya bozkırının en eski sakinlerini, yaşam tarzları ve taşınabilir yaşama mekanlarına bakarak ilkel topluluklardan sayan Batılı tarihçilerin bir başka yanlgıları da, göçebeliği her alanda ve her anlamda, tarıma dayalı yerleşik hayat tarzının gerisinde göstermeleridir. Ne acıdır ki bu abartılı ve son derece tehlikeli görüş; Türk kültürünün mirasçıları arasında da hayli taraftar bulur. Keçe çadır ve göçebelik, uzun yıllar küçültücü sıfatlar olarak algılanıp kullanılır.
Oysa ünlü etnotarihçi Arnold Toynbee; göçebe yaşam tarzının insan becerisinin bir zaferi olduğunu ileri sürer: “Çünkü, hayvanların ehlileştirilmesi güç fiziksel şartlara uymak, çobanlık yanında askeri yeteneklerin doğması, çiftçilikten üstün bir çobanın ürünüdür” diyerek göçebe kültürünü savunur.
Rus Etnolog Lev Nikolayeviç Gumilëv; coğrafya ve doğa koşullarının Türk topluluklarını çadırlarda yaşamaya mecbur ettiğini; Orta Asya’nın soğuk kışlarının insanları şehirleri terk etmeye, sıcak ve kuru yaz günlerinin ise şehirlerin yakınında yaşamaya mecbur bıraktığını hatırlatarak; Türklerin bu yüzden sabit mekanlar yapmadıklarını ve  bağ-bahçe kurmadıklarını söyler. 
Bilindiği gibi, Türklerin Ortaasya’da ve hatta Anadolu’da mesken tuttukları taşınabilir yaşama mekanlarını bütün ayrıntıları ile ve doğru biçimde tanımlamak mümkün olmadığı gibi, fiziksel yönüyle bir tek örnekle anlatmak da imkansız denilecek kadar zordur. Ancak; günümüzde Avrasya bozkırlarında atalarının yaşam tarzını sürdüren göçebe Türk boylarının çadırları ile gezginlerin anılarından yararlanarak Türk evinin eşkali belirlenip, robot resimleri çizilebilir.
Yazılı tarihsel kaynaklarda betimlenen Hun ve Göktürk çadırları; tıpkı bugün göçebe Kazak, Kırgız ve Türkmenler ile  Anadolu’da yaşayan yörüklerin barındıkları taşınabilir mekanlar gibi iskelet ve keçe örtüden oluşur. Kullanılan malzemeler ve benzer fiziksel öğeleriyle zamana ve coğrafyaya göre bazı değişiklikler gösterse de, mekan düşüncesi, kurgulama mantığı ve geleneği hep aynı kalır. 

KEÇE ÇADIRLAR:

Keçe çadırı çatmak, bir saatlik iştir. Ancak; yapı malzemelerini üretmek için, altı ay gibi uzun bir zaman gerekir. İskelet malzemelerinin hazırlanmasına ilkbaharın ortalarında başlanır. İki metre boyunda ve beş-altı santimetre çapında çam çubukları kesilerek kabukları soyulur ve kurumaya bırakılır.
Yaza doğru koyunlar kırkılır, yünleri yıkanıp kurutulduktan sonra çadırınyan ve tepe örtüsü olarak kullanılacak olan keçeler dokunur.   Yün ve deve derisinden bağlantı ipleri ile çadır keçesini zeminin ve bağlantı iplerinin aşındırmasından koruyacak olan deri eteklikler ve kolanlar hazırlanır. 
Sonbaharın sonlarında kışlak yeri (oba mahali) belirlendiğinde, iskeleti hazırlamak için, önce 30-40 santimetre kaınlığında ve 2 metre boyunda bir ağaç gövdesinin bir ucu yere gömülüp öbür ucu bir metre yükseklikte bir ağaca sabitlenerek basit bir tezgah hazırlanır. Tezgahın yanına bir çukur açıarak koyun gübresiyle doldurulur ve yakılır. Kazakların “mor” dediği ve ağaçları yumuşatmada kullanılan bu ocak iş bitimine kadar asla söndürülmez.
İskelet Türk lehçelerinde değişik biçimde seslendirilen derim... uğ... düğnük... ve eşik.... denilen dört farklı parçanın birleşmesiyle şekillenir.... 
Derim: Günümüzde kullanılan taşınabilir açılıp kapanabilen ahşap kafesli kanatlara benzer. Geleneksel Türk evlerindeki ahşap çatkı ve Karadeniz evlerindeki  ahşap karkas sisteminin derimden esinlenerek şekillendirildiği söylenebilir. Ocakta yumuşatılarak hafif kavis verilen derim çubukları yarısından yukarısı yontulup yassı hale getirilir. Daha sonra belirli aralıklarla on delik açılıp boyanır. Derimi oluşturan bu çubuklara aşık denir. Aşıklar birbirine çapraz konularak deliklerinden ham ve yaş deriden yapılan sırmalar geçirilerek düğümlenir. Bir derim kanadı için 18-22 aşık ve 13-15 derim bağı kullanılır. 
Uğ: Ahşap iskeletin uğ bölümü, sabit mekanlardaki çatının yerini tutar. Uğ çubukları da tıpkı derim çubukları gibi ocakta yumuşatılır. Derim başına gelecek kısmın 50-60 santimetrelik bölümüne kavis verilir. İçe bakan kısmı ise derimde olduğu gibi yontulur. Bu kısma “karın” denir.Uğun boy kısmı ok gibi düz olur. Karın kısmına bir uğ bağı için delik açılır. Kalem denilen üst ucu ise sivriltilir.
Düğnük: İskeletin kubbeyi andıran çatı kısmını tutmaya yarayan araba tekerleği biçimindeki çemberdir. Düğnüğün yapımında kullanılan ağacın yaşken kesilip kavis verilerek iki yarım daire şekline getirilmesi gerekir. Bu iki parça kurutulup birleştirilirdikten sonra  iki sıra halinde delikler açılır. Bu deliklerden altta olanlara uğ çubukları, üstte olanlara düğnük çubukları yerleştirilir.
Eşik: Çam ağacından geçmeli dört parçadan oluşur. Öteden beri kullandığımız kapı kasalarının yerini tutar. Ahşap iskelet tepelik, boğaz ve yan diye üç bölüm halinde üretilen keçe ile örtülerek kullanılmaya hazır hale getirilir. Kolanlara sabitlenen ipler çadırın etrafına çakılan kazıklara bağlanarak rüzgar ve benzeri etkenlere karşı sağlamlaştırılır. 
Mimarsız mimarimizin ilham kaynağı, geleneksel Türk evinin çekirdeği ve prototipi olarak kabul edilen “çadır”; başlangıçta ahşap iskelet üzerine keçe kaplı ve konik tavanlı  taşınabilir devamlı yaşama mekanlarının  adıdırqr. Planı, yapı malzemeleri ve kullanım alanları ile olduğu gibi, adıyla da Türke özgüdür. Türkçe “çat-mak” fiilinden “-ır” ekiyle türetilen çadır-çat-tır, dilimize evden önce girer ve evle birlikte çağlar boyu gönlümüze kurulur.
Son birkaç yüzyılda; yerleşim birimlerinden uzaktaki mera ve tarlalarda kurulan geçici barınakları ifade eder. Kon ve Topak sözcükleri, dış görünümleri ve yapı malzemeleri farklı çadır tiplerinin adıdır. Kazak ve Türkmen Topak evleri, kubbe biçimindeki tepeliği ile Yörük çadırından ayrılır. Kon İran’a komşu Türkmenler arasında etrafı çitle çevrili kıl çadırlar için kullanılır.




ALACIK

Türklerin keçe çadırlarını anlatan ilk yabancı kaynaklar; keçe çadırları, günümüz Türkiye Türkçesi’nde pek fazla kullanılmayan “Alacık” adıyla anarlar. İlhanlı vezirlerinden Reşid üd din, Alacık’ı; “konik ağaç kabuklarıyla örtülü tahta direklerden yapılmış çadır” diye tarif ederek, mevsimlik geçici mekanları devamlı yaşama mekanı olarak kullanılan çadırdan ayırır. Radloff; “Bu isim, bir sıfat olan ala-kırmızı rengi ile ilgilidir” diyerek Reflid üd din’in verdiği bilgileri doğrular.
Alacık, Türkçe konuşan topluluklarda çadır ve benzeri taşınabilir mekanlarla, belirli mevsim ve zamanlarda kullanılan hafif yapıların adı olarak günümüze kadar ulaşır. Ortaasya ve Anadolu’nun bazı bölgelerinde, çobanların geçici barınakları ile tarlalarda çalışan köylülerin gölgesine sığındıkları çalı ve yapraklardan yapılmış kulubelere de “Alacık” denilir. Bu bağlamda; kon, çadır, topak, hayma, günlük, çardak ve kulübe gibi  geçici, taşınabilir ve mevsimlik yapılar da  ‘Alacık” kavramı içinde yer alır.

ÇADIR KÜLTÜRÜ

Çadır sahibinin yaşama mekanının büyüklük, yükseklik ve örtü rengi gibi fiziksel özelliklerini, belirli ölçüler içinde tespit etme hak ve öz gürlüğü vardır. Ancak; çadırını ne zaman ve nereye çatacağına tek başına karar veremez. Çadırını istediği obaya ya da oba içinde istediği yere kuramaz. Şimdiki gibi yazılı kurallar konulmamış olsa da; mensubu olduğu obanın diğer fertlerinin hak ve özgürlüklerini gözetmek; ilinin töresine, obasının geleneğine harfiyen uymak ve özellikle de kutsal mekanlara saygı göstermek zorundadır.
Mezarlık içine, çevresine, su kaynaklarının yakınına ve orman içine çadır kurulmaz. Yeni bir yere yaylak ya da kışlak kurulurken; toprak yarım metre kadar kazılarak incelenir. Altından kemik parçaları ve bazı ev eşyaları ile su çıkan alanlara, uğursuzluk getireceği inancıyla çadır çatılmaz, oba kurulmaz.
Çadırın; tünlüğünden çatıldığı yere, keçesinin renginden iç düzenine kadar; elle tutulup gözle görülen her öğesi, bu mekanlarda yaşayanların yaratılışı, hayatı ve dünyayı algılayışlarını yansıtır. 
Eski Türkler, göğü en kutsal ve en güçlü varlık olarak kabul eder; inançlarını, geleneklerini, maddi ya da manevi kültürlerini bu kabul üzerine kurarlar. Keçe çadırlarını göğe benzetmeleri ve rengi ne olursa olsun “mavi çadır” diye anmaları yine bu inanışın gereğidir. 
Çadır Türkün küçük dünyasıdır; kubbesi hem şekil, hem mekan olarak gök kubbeyi simgeler. Çadırın üzerinde kurulduğu toprak parçası ise, dünyadır. Yine eski Türk inancına göre dünya değirmi olduğu için, çadırın oturtulduğu alan da değirmidir.
Çadır gök kubbe, çadırın direği gök direği ve baca olarak da kullanılan tünlüğü göğün kapısı gibidir.
Türklerin evreni algılayışlarını çadırın iç düzenlemelerinde ve bu mekanda yapılan dinsel törenlerin ritüellerinde gözlemek mümkündür.
Şamanların göğe çıkma törenleri, özel olarak düzenlenmiş çadırlarda yapılır. Şaman elindeki davulu çalıp dua ederek töreni başlatır. Duanın ardından göğe çıkmak üzere adım adım çadır direğine tırmanır. Tırmanışta attığı her adımda durarak dua ederken törene katılanlara içki sunulur. Çadırın tünlüğüne eriştiğinde, artık göğün kapısına gelmiş sayılır. Bu noktadan sonrası, gök kapısı; tanrının aydınlık ülkeleri ve ruhlar alemi olarak kabul edilir.
Türkler Gök Tengri inancını terkedip Budizm, Maniheizm ve İslamiyete geçtikten sonra bu törenler unutulur; ama, gök direği ile ilgili inanç ve düşünceler bazı değişikliklerle daha uzun süre devam eder ve yaşamı etkiler. Yerden göğe uzanan direk, islamiyetle birlikte Hazreti Muhammed olur.
Halk Ozanı Dedemoğlu’nun:
Yerin, göğün, arşın, kürsün direği;
Varınca bir tel ver pirime turnam!. 
mısraları bu inancın 17. Yüzyılın sonlarında hala yaşamakta olduğunu gösterir.
Eski Türk inancını kısmen koruyup yaşatan Alevi-Bektafli geleneğine bağlğ şairler de yerden göğe bir direğin uzandığını dile getirirler.  
Pir Sultan Abdal’ın;
Yakdıcağım bir çırağdır.
Yerden göğe bir direktir
Bindiceğim bir buraktır
Allah bir, Muhammed, Ali!.
Mısraları bu inancın ne denli güçlü olduğunu güzel bir biçimde ortaya koyar.

Türkler öteden beri her renge ayrı bir anlam yüklemişlerdir. Bu onların dünyayı anlaması ve dünyayı hissetmesi ile ilgili bir ölçüdür.
Özellikle oğuz boylarında kara renk; matemi, kederi, üzüntüyü ve yoksulluğu anlatır. Beyaz (ak) renk, eski Türk inancına göre, iyi olan şeyleri, hayatın nimetlerini, doğruyu, gündüzü ve  gökyüzünü simgeler. Kızıl renk, daha çok evliliği, doğurganlığı ve dişiliği anlatmak için kullanılır.
Türklerin kutsal mekan anlayışları, renklere ve eşyalara anlam yüklemeleri en çarpıcı örneklerle Dede Korkut hikayelerinde yer alır.
".....
Senede bir kez hanlar hanı Han Bayındır, Oğuz ulularını konuk eder, yedirir içirirdi. Yine şölen düzenleyip, attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç boğazlamıştı. Ak, kara ve kızıl otağlar kurdurmuştu üç yere.. Ve buyurmuş, bakalım ne buyurmuş;
- Oğlu veya kızı olmayanı kara çadıra ağırlayın, kara keçeyi serin altına, kara koyun yahnisinden getirin sofrasına, yerse yesin, yemezse gitsin. Oğlu olanı ak çadıra buyur edin!. Kızı olanı kızıl çadıra!.. Oğlu kızı olmayanı Allah iyi anmaz, biz dahi beddua ederiz ona, böyle biline!.."
Dönemin sabit yaşama mekanlarının yanında hayli sıradan görünen Türk çadırları, Avrasya bozkırının doğal şartları içinde düşünülebilecek en doğru çözüm ve yapılabileceklerin en iyisi olarak kabul edilir.
Bu mekanlara konuk olan Çinli, Hintli, Arap ve Bizanslılardan hiç biri; bir yerden başka bir yere taşıma ve kuruluş kolaylığı ile sıcaklığı açısından keçe çadırlarla boy ölçüşebilecek herhangi bir kerpiç veya taş evin varlığından söz edemez. Çinli şair Bo Ts’zuy, 8. Yüzyıl başlarında Çin saraylarının avulalarına keçe çadırlar kurularak, en üst düzeyde yöneticilerin kış günlerini orada geçirdiklerini anlatır.  
Bizans İmparatoru, Göktürk Hakanı’nın kendisine armağan ettiği çadır karşısında hayranlığını gizleyemez. Aynı şekilde İstemi Han’ın çadırına kabul edilen Bizans elçisi Menander gördüğü ihtişamı anlatacak kelimeleri bulmakta zorluk çektiğini yazar anılarında.
"Çadır ipek kumaştandı ve kırmızı boyalarla zevkli bir şekilde süslenmişti. Şarap içtiler; ama, bizim üzüm suyundan yaptığımız şarap değildi. Galiba tuhaf bir barbarca ismi vardı. 
Diğer bir gün yine ipek pamuklarla süslü başka bir çadıra alındık. Burada çeşitli heykeller vardı. İstemi Han altından yapılmış bir tahtta oturuyordu. Ortada altın tabaklar, sürahiler ve maşrapalar vardı. Ertesi gün başka bir otağa geçtik. Burada altın kaplama bir miktar ağaç vardı ve oturaklar altındandı. Otağın karşısındaki büyük salonda uzun kürsüler vardı ve üzeri pekçok gümüşle kaplıydı. Kap-kacaklar, sepetler ve dört ayaklı tabureler vardı ve hepsi gümüştü. Hiçbir şey bizdekilere benzemiyordu".
Türklerin kitleler halinde İslamiyeti kabul etmeleri, bu kez Arap gezginlerinin bakışlarnı Türk evlerine çevirir. Asya’yı bir uçtan bir uca gezen İbni Fadlan, Ebu Dulef ve İbni Batuta gibi Arap seyyahların eserlerinde ak keçeden yapılmış değirmi çadırlardan ve bu mekanlarda yaşanan hayatlardan uzun uzadıya  anlatılır. Türklerin ak keçeden değirmi çadırları öylesine ilgi çeker ki, bir çok kaynakta Hazreti Muhammed’in bir seferde bu çadırlarda konaklayıp ibadet ettiği belirtilir.


ÇADIRDA YAŞAM

Yeni bir çadırın kurulması göçebe Türkler arasında bayram sevinci yaratır. Bu sevinçle çeşitli eğlenceler düzenlenir. İslamiyeti kabul ettikten sonra, yaşama mekanlarına verdikleri değeri “ahrette iman, dünyada mekan” tekerlemesiyle dile getiren Türkler, böylesine önemsedikleri mekanlara sahip olmann coşkusunu konu, komşu ve yakınlarıyla paylaşmaya özen gösterirler.    
Şölen elbetteki düğnüğe bez bağlamak veya hediyeleri vermekle sınırlı kalmaz. Asıl şenlik keçe örtünün iskeletin üzerine örtülmesinden sonra başlar.
Çadırın açılış şöleni, birkaç gün önceden obadakilere duyurulur. Davetliler belirlenen günde, en güzel giysilerini giyip, silahlarını kuşanır; en iyi atlarına binerek çadırın önünde toplanırlar. 
Çadırın sahipleri ve konuklar, önce çadırın düğnüğüne aşağıya sarkacak şekilde, pamuklu veya ipekli kumaşlardan kestikleri değişik renklerdeki bez parçalarını bağlarlar. Daha sonra iskeletin üzeri keçe örtüyle kapatılır. Yeni bir yurt edinmek ya da evlenmek isteyenler, sıçrayarak düğnükten  sarkan bezlerden bir parçayı koparıp almaya çalışırlar. Bu geleneğe İslamiyetin kabulünden sonra dinsel işlev yüklenerek, kutsallık kazandırılır. Çadırın yerini türbe, yatır ve kutsal sayılan benzer mekanlar alır.   
Çadırın tünlüğünden gökyüzüne uzanan direğe bayrak asılarak çadırın yeni kurulmuş olduğu duyrulur. Başlangıçta hakan otağına özgü olan bu tören, Uygurlar döneminden başlayarak bütün çadırlar için yapılır ve gelenekselleşir. Her çadıra çadır sahibinin mensup olduğu boyun işareti mutlaka işlenir.
Açılış şölenine çağrğlan konu komşu, çadır sahibinin ihtiyaçlarını da gözönüne alarak; halı, kilim, heybe, tulum, yay, ok, yün ve benzeri hediyeler getirmeyi ihmal etmezler. Çadır kurulduktan sonra yaşlılara öncelik verilerek iç mekana geçilir. Çad›r sahibi, girişi görecek biçimde ocağın başına geçip oturur. Erkek konuklar girşin solunda, aile reisinin sağında kendilerine ayrılan yere; kadınlar ise, erkeklerin karşısında, girişin sağındaki bölmeye otururlar
Davulların çalmasıyla birlikte çadırdan çıkılıp avula geçilir. Obanın usta atlıları, çadır etrafında saat yönünde dönmeye başlarlar. Eski Türk inancına göre; han otağının dünyanın merkezi olduğunu simgeleyen bu dönüş, İslamiyeti kabul ettikten sonra, mistik anlamlar kazanır. Anadolu’da yaygın olan Kadiri, Rüfai, Mevlevi ve Bektaşi dervişleri açık zikirlerini bu eksende şekillendirirler. Bu dönüşün ardından okçuluk, binicilik, cirit ve güreş gibi spor dallarında yarışlara geçilir. 
Günün sonunda büyük bir şölen yemeği verilir. Koçlar kesilir, kazanlar ocağa konur ve herkese yetecek kadar etli pilav hazırlanır. Yemekten sonra mevsim koşullarına göre avulda ya da çadırın içinde çay ve nargile (tütün) içilir. Davet edilen müzisyenlerin türküleri dinlenir ve halk oyunları oynanır..

Menander'in anlattığı otağ, ipek kumaş, altın ve gümüşten yapılmış lüks eşyalar elbette günümüze kadar yetişip gelmez. Ağaçlar ve kürkler çürür, altın ve gümüş eritilip başka şekillere dönüştürülür, silahlar ve diğer eşyalar toprağın altında çürüyüp gider. Zaman çadıra dair bazı düşünceleri de değiştirir. Göktürkler çağında zenginliğin ve aristokrasinin yaşama mekanı olan çadır, Uygurlar döneminde tabana yayılır. Zengin ya da yoksul, bütün Türkler aynı tarzda kurulmuş çadırlarda yaşamaya başlarlar.
Türkler tarihlerinin her döneminde ve mensup oldukları bütün inanç sistemlerinde çadır ve evlerinin eşiklerini kutsal mekanlar arasında sayarlar. Eşiğe oturmak iyi sayılmaz; oturanın başına bir kötülük geleceği, iftiraya uğrayacağı ve çarpılacağı inancı da hayli yaygındır. Yabancı birinin eşikte dikilmesi, ev sahibinin büyük bir felakete uğramasını istemek; eşiğe dokunması ise, ona önem vermemek anlamına gelir.
Evlerin, odaların ve çadırların  eşiğine mavi boncuk, nal, kurt dişi gibi takıların bugün bile asılıyor olması, yüzyıllar öncesinden gelen inançların sonucudur.
Çadıra sol ayakla girmenin uğursuzluk ve bir terslik getireceğine inanılır. O yüzden eşiğe ilk sağ ayağın atılmasına dikkat edilir.
Türkler gerek Ortaasya ve gerekse Anadolu’da yaşadıkları sabit mekanları, keçe çadırlarda şekillendirdikleri yaşam felsefelerine ve mekan geleneklerine göre düzenlerler. Diğer bir deyişle; Türk evi başlangıçtan bu yana mekan örgütlenmesi açısından incelendiğinde, temel ilkelerin hemen hiç değişmediği  görülür.
Yabancı ya da aynı obadan ziyaretçilerin çadıra girmeleri de belirli kurallara göredir. Konuk keçe örtüyü kaldırmadan önce, öksürerek ya da değişik sesler çıkararak geldiğini içerdekilere duyurmaya çalışır.   
Sonra örtüyü kaldırır, bakışlarını ayak uçlarına çevirip biraz eğilerek içeri girer. Kısa bir an durur, doğrulur. Bir kaç saniye, yukarıya, çadırın tepesine doğru bakar. Bu duraksama, büyük ihtimalle, kadınlara toparlanma fırsatı vermek içindir. Herhangi bir hareket yapmadan çadırdakileri selamlar, selamına karşılık aldıktan sonra ev sahibinin gösterdiği yere geçip oturur. 
Gerçek kimliği Anadolu’da şekillenen Türk evi ve Türk evini özgünleştiren odalar ile çadır arasında gerek kullanım alanları, gerek işlev ve gerekse bölümler arası ilişkiler açısından  önemli biçimsel benzerlikler vardır. 
Dışarıdan bakıldığında, gerçekten de “tek göz oda” gibi görünen keçe çadırlar, kullanım amaçlarına göre; sökülüp takıması ve taşınıp toplanması kolay hafif malzemelerle bölünüp şekillendirilerek kalabalık bir aileyi barındıracak yaşama mekanı haline getirilebilir. Çadırı kullanım amacına göre üç bölüme ayırabiliriz 
Bu bölmelerin  başında; günün ve hayatın akışına göre, taşınabilir araçlarla işlevsellik kazanan ve geleneksel Türk evlerinde sofaya dönüştürülen dairesel orta mekan vardır.  Orta mekanın merkezinde ataş yeri ve korluk diye de adlandırılan ocak bulunur. Ocak, eski Türk dininde kutsal mekanlardan sayılır. 
Ateş tıpkı hava, su ve toprak gibi ve aynı zamanda hayatın olmazsa olmazlarından biri olarak kabul edilir. Bugün hala kullanmakta olan ocağı sönmek veya ocağına incir dikmek deyimleri, ocağa yüklenen kutsallığın İslamiyetten sonra da devam ettiğini gösterir. 
Ocak aynı zamanda  soyun devamının da simgesidir. Bu inançladır ki, evin küçük oğluna ocağın sürekliliğini sürdürecek olan anlamında, ot tiğin denir ve evlendiğinde; baba ocağında yaşamak zorundadır, ayrı çadır  kuramaz,  
Anneler de yüzyıllar boyu bebeklerini ocağın yanında dünyaya getirirler.
Mavi gök  gibi yağız yeri  de kutsal kabul eden eski Türkler, çocuklarının dünyaya geldiıi anda varlığı oluşturan dört elementi bir arada hissetmesinin ona güç vereceıine inanırlar. Bu inançla doğuma az bir zaman kala, aile reisi sönmeyen ocağın yanına elenmiş kilden bir  yatak hazırlar. Hamile kadın doğum sancğları başladığında, ayağı eşiği ve gözleri tünlükten görünen mavi göğü görecek şekilde bu kil yatağa yatırılır ve doğum burada gerçekleflir. 
Bebek göbeği kesildikten sonra bu zemine sırtüstü uzatılır. Oturup yürüyecek yaşa gelinceye kadar yatırıldığı salıncağın içine de yine kilden döşek yapılır. Böylece doğanın da, doğum yapanında aynı anda toprak, ateş ve hava ile teması sağlanmış olur.
Doğan bebek kızsa ana-baba tebrik edilir.  Tebrike gelen konutlara pasta, çörek ve şerbet sunulur.
Bebek erkekse, aile reisi bebeğin başucuna bağlanan beyaz mendili ya da kumaş parçasını çadırın girişine asar. Bebeğin adı doğumunun dokuzuncu günü şamanın katıldığı ve dualar okuduğu bir törenle koyulur.
Çadırın “tünlük” denilen tepe keçesinin ocağın üstüne gelen kısmı açılıp kapatılabilecek biçimde düzenlenir. Böylece hem ocak yakıldığında dumanın çıkacağı bir baca oluşturulur, hem de sıcak yaz gecelerinde iç mekanın hava alması sağlanır.   
Erken dönemlerde çıplak bırakılan toprak zemin, mangal ve maltız gibi taşınabilir ısıtma elemanlarının kullanılmaya başlanması üzerine, mevsim koşullar ve ailelerin ekonomik gücüne göre hasır veya kilimle kapatılır.
Eski Türklerin toprağa, havaya, suya, ateşe ve doğaya karşı gösterdikleri bu yakın ilgi, bazı zorunlu değişimler geçirerek günümüze kadar devam eder. Evlerimizi güzelleştiren halı, kilim ve perdeler ile odalarımızı ve yataklarımızı süsleyen renk renk, motif motif çarşaf ve örtüler renkleri ve desenleriyle hep toprağı, havayı, suyu, ateşi ve doğayı hatırlatır. Örtü ve yaygılarda düz renklerin kullanılmaması bu geleneğin günümüze yans›ıdığını gösterir.
Çadırın girişinde, sağ tarafta orta alandan “çit” ya da “çığ”la ayrılan yiyecek deposu bulunur. Türk evi kilerinin ve zahire damlarının prototipi olan bu bölmede at derisinden yapılmış kımız tulumu, kurutulmuş et, peynir gibi yiyecek ve içecekler saklanır.
Girişin hemen soluna, binek hayvanlarının eyer-koşum takımlarının üzerine konulduğu kanatlar ve ayaklar yerleştirilir. Bu bölmenin değişen koşullara göre farklı amaçlarla kullanılmas da her zaman mümkündür. 
Girişin tam karşısında, ocağın arkasında; arpa, buğday gibi tahıların saklandığı çuvallar; iç çamaşır, elbise, takı ve benzeri değerli ve mahrem eşyaların korunduğu sandık ve gündüz kaldırılan yatak, yorgan, yastık, çarşaf, sergi, ve yaygıların konulduğu “tör” denilen yüklük bölümü vardır. Geleneksel Türk evlerinde ahşap dolap kapaklarıyla yabancı gözlerden kaçırılan bu bölme, kilim, keçe veya halı gibi örtülerle kapatılır.   
Çadırın orta mekan ve kullanma alanları dışında kalan bölümü; oturmak, dinlenmek ve yatmak amacıyla taşınabilir ahşap malzemelerle zeminden 20 santimetre kadar yükseltilir.   Bu şekliyle uzun yıllar Türk evi odalarında da aynı amaçla kullanılan; sedir, kerevet ve taht gibi değiflik adlarla anılan döşemenin üzeri, ailenin ekonomik durumu ve mevsim şartlarına göre belirlenen örtülerle kapatılır.  
Bu bölümün girişe göre sağda yer alan kısmına evin büyüğünün, yani aile reisinin yatağı açılır. Hemen yanında da ok, yay ve kılıç gibi silahlar ile günlük giysilerin ve her an kullanılması gerekebilecek değerli eşyaların asıldığı demir bir kazık dikilir. 
Aileler erkek çocukları evlendirdiğinde ya da kızlarını gelin edip içgüveyi aldıklarında aynı çadırda bir arada yaşamaları zorlaşır. Böyle durumlarda; ailenin ekonomik gücü yeterliyse genç çiftlere yeni bir çadır kurulur. Yoksul ailelerde ise, aile reisinin karşısındaki bölme damat ve geline ayrılır.
Ancak bu yerleşim düzeni, mekanın özelleşmesi anlamına gelmemekle birlikte, mahremiyetin korunması açısından önem taşır. İkinci aileye ayrılan bölme, yatma zamanı çit, kilim veya keçe ile perdelenerek iki ayrı yatak odasına dönüştürülür.

HAREM-SELAMLIK VE EVLİLİK

Sözcüğün aslının Arapça olmasından  yola çıkılarak, harem kurum ve kavramının Türk aile ve ev geleneğine İslamiyetle birlikte girdiği ileri sürülür. Oysa; Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeki sebep, sonuç ve şekliyle olmasa da, harem gerçeği, Hun  çağlarından beri Türk ev geleneğinde önemli bir yer tutar.
Eski Türk devletleri savaş ve il almak ideali üzerine kurulur, varl›klar›n› da ancak savaflarak sürdürürler. Bu durum; sefere çıkan Han, Hakanlar, vezir ve asker yöneticileri, ailelerini de yanlarında götürmeye zorlar. Daha sonra sefere çıkan askerlerin eş ve çocuklarının da ordunun peşine takılmaya başlamaları üzerine; “göç orduları” adıyla Türk tarihine geçen yeni bir güç oluşur.  Bu durum kadın-erkek ilişkilerini düzenleyen bir takım kurum ve kuralların belirlenmesini zorunlu kılar.
Harem de başlangıçta bu göç orduları bünyesinde ve Türk hakanlarının otağlarında kimlik kazanır. Bir çok odadan oluşan otağın bir bölümü Hakan’ın eşine, kız çocuklarına, cariye ve hizmetçilerine ayrılır. Bu bölüme, hakanın hizmetinde bulunan ve Göktürklerde cariye anlamına gelen Kün denilir. Uygurlar sadece Harem anlamında kullanırlar.
Ancak; hakan otağının kün bölümü, bilir bilmez herkesin hakkında söz ettiği Osmanlı sarayının ya da vezir, bey, paşa konaklarının harem daireleri gibi, dışarıdakilerin içeriyi ve içerdekilerin dışarıyı görmelerine izin verilmediği  bir hapishane olmadığı kesindir. Hakanın başhatunu, kurultaylardan yabancı elçilerin kabulüne kadar, bir çok törene katılır ve fikirlerini açıklama hakkına sahiptir. Kadının erkeğinin peşi sıra savaşlara gittiği ve gerektiğinde savaştığı Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı ve Selçuklularda; harem, yabancıların girmelerine izin verilmeyen yerdir.
Göçebe obalarında ve köylerde yaşayan Türk kadını evde olduğu kadar tarlada, otlakta ve sokakta da erkeklerle yanyana özgür bir yaşam sürdürür.
En eski çağlardan beri başlık geleneği olsa da, görücü usulü evliliklere rastlanmaz. Kadın erkeği, erkek kadını görüp beğenmeden ve hatta tanışıp konuşmadan, ebeveynler evlilik kararı veremez. Gerek eski Türk destanlarında, gerek Dede Korkut hikayelerinde ve gerekse yabancı gezginlerin anılarında bu gerçek açık bir biçimde anlatılır.
Oba, köy, kasaba ve hatta küçük şehirler de yaşayan Türk topluluklarında “kaç-göç” olmadığı için, evlilik yaşına gelmiş kızların ve erkeklerin birbirlerini görüp konuşmaları her zaman mümkündür. Düğün, bayram, yuğ, şölen ve tören gibi etkinlikler bu görüşmeler için en uygun ortamı oluştururlar. 
Birbirlerini beğenen çiftler evlilik isteklerini; önce bakışmak, karşılıklı oynamak ve yarışmak gibi hareketlerle anlatırlar. Kendi aralarında karar verdikten sonra; delikanlı akraba veya dostlarından birini kızın ailesine koşulları öğrenmek üzere sağdıç olarak gönderir.
Sağdıçlığı üstlenen baba, anne, akraba veya dost, sebeb-i ziyaretini önceden bildirerek belirlenen uygun bir zamanda kızın ailesine konuk olur. Kız babası sağdıcı çadırın dışında, eşiğin hemen önünde karşılar. Sağdıç kızını isteyeceği evin reisi önünde diz çöker.  
"Evinin eşiğinin önünde, şimdi diz çöküyorum. Senin evine geldim, baylığına sevindim. Evinin başını istemek için, çözülmez bağlarla sağdıçlık bizi bağlasın. Yanaklar nasıl ayrlmazsa, zırhın yakası nasıl kopmazsa, bizimle akrabalık bağları, kayın kabuğu gibi sağlam, ince çift dikiş gibi sık olsun. Niyetim bıçağın sapını, kazanın kulpunu istemektir" diyerek; evin başı, bıçağın sapı, kazanın kulpu diye nitelendirdiği kızı ailesinden ister. Aile reisi, önce kızıyla konuşur ve onun rızalığını gösteren mendili vermesinin ardından kararını sağdıçlara bildirir.
Eski Türklerde evlenmek, sönmez bir ateş yakmaktır.  Bu inançladır ki evlilikler, günlerce süren coşkulu düğünlerle bütün obaya duyrulur. Gelin damadın ailesinin gözünde, bugünki gibi el kızı değil; evi aydınlatan ışık ve yanan ocağın neşesidir. Gelin de eşinin ailesine aynı duygularla yaklaşır.      
Evlendiği gün eşiyle birlikte kayınatasının önünde diz çöker. Kayınata yeni evlileri: 
"Hayatın uzun olsun. Günlerin sonsuz olsun. Akln çabuk işlesin. Ruhun çabuk kavrasın!. Akrabaların seninle hiç çekişmesin!. Gıdan besleyici olsun. Aşların bol bol aksın.. Ateşin ısı versin. Oturduğun yerin külü bol olsun. Koyun ve kuzu sürülerinden daha çok neslin olsun. Yabani horozun yavrularndan daha çok çocuğun olsun. Bir ardıl doğurasın" sözleriyle uğurlar.
Türkler yine inançla"rından ötürü, İslamiyeti kabul  edinceye kadar çadırlarını kapıları doğuyu görecek şekilde çatarlar. Güne başlamak üzere çadırdan çıkarken güneşi görmeyi bir nevi uğur sayar ve gök tanrıya olan inançlarını göstermenin yolu olarak kabul ederler.
Türk evindeki tuvalet ve banyo gibi hizmet alanları yaşama çevresi ve mevsim koşullarına göre genellikle dış çevrede görülür. Sıcak mevsimlerde mutfak, ocak ve sofra da dış mekana taşınır.
Arkeologlar Tanrı Dağları eteklerinde; Göktürklerden kalma kerpiç veya taştan yapılmış “Kuytu” denilen küçük kulübelerin izlerine rastlarlar.
Kalıntılar arasında bulunan ocak, mutfak eşyaları ve tulum gibi ev araçları ile ağaç  tas, çanak ve çömleklerden kuytunun genellikle mutfak olarak kullanıldığı, kış aylarında da çitlerle ayrı bir banyo bölümünün eklendiği anlaşılır. 
Aralarında kan birliği bulunan ailelerin veya aynı ailenin sahip olduğu çadırların arasındaki alana ve oluşturdukları kümeye avul denir. Türk evlerinin açık mekanlarına verilen “avlu” adı da bu sözcükten kaynaklanır. 16. Yüzyıla doğru Anadolu’da özgün kimlik kazanan Türk evlerinin “hayat”, “bahçe” ve “avlu” adıyla anılan açık ortak kullanım alanları, göçebe obalarındaki avuldan başka birşey değildir.
Birden fazla ailenin bir arada yaşadığı çadırların oluşturduğu avullar da “oba” olarak adlandırılır. Her obanın uymak zorunda olduğu genel bir töre ve kısmen özel kurallar vardır. Ailelerin toplum içindeki konumlarına göre çadırlarını nereye kuracakları önceden bellidir. Bu oturma ve yerleşme düzenine “orun” denilir.


11 yorum:

  1. Türk adeti töresi ile ilgili bilgiye ihtiyacınız yoksa okumak zorunda değildiniz Müge Hanım. Yorumunuz çok ilginç açıkçası. Belirtmeden geçemedim kusura bakmayın.

    YanıtlaSil
  2. Eger varsa Kaynakça belirtmeniz mümkün müdür

    YanıtlaSil
  3. Şimidi bu upuzun yazıyı okuyacam ^.^

    YanıtlaSil
  4. Ecdad tarih yazmış evlat okumaktan aciz peh zevkle ve her daim !!

    YanıtlaSil
  5. muhteşem bir yazı..
    bunca detay, bunca bilgi normal bir okuyucuyu sıkar tabiyki.
    ama ilgilisi için doyum olmaz

    YanıtlaSil
  6. merhaba arkadaşlar, paylaşacağım iyi haberlerim var. lütfen mutlu olmak için bana katıl. Az önce meşru bir uluslararası kredi kuruluşundan borç aldım. Onların iletişim şeklimi buydu. Malezya'nın bir Bayan Elena Hoffman'ın bu forumda onlardan nasıl bir kredi aldıklarına dair ifadesini gördüm ve bana kendi e-postalarını verdi.
    (georgerogersfinancialloanfirm@gmail.com) Böylece hemen e-postayla gönderdiler ve e-postalarıma cevap verdiler. Dürüst olmak gerekirse, paramı kaybettiğim gibi başta çok korktum
    Daha önce bir aldatmaca için. Ancak, 48 saatten az sürede, başvurduğum 200,000 ABD doları tutarında bir kredinin hesabıma aktarıldığına şaşırdım. Bütün süreç basitti. Şimdiye kadar, bunun doğru olduğuna hala inanmak zor. Bankamdan bir mesaj geldiğinde hayal ettiğimi sanıyordum. Artık kalbim neşe dolu. Tavsiyem, samimi bir kredi şirketi arayan herkesin, işe başlamak ya da bir projeyi finanse etmek için meşru bir kredi almak için onlara şimdi e-postayla göndermektir ve hoş bir sürpriz gibi şaşıracaksınız. Bu forumda iletişim kuran Elena Hoffman'a özellikle teşekkür ediyorum. Ve onlarla iletişim kurup onlardan kredi alırsanız, lütfen diğerlerinin de yararlanabilmesi için iyi haberleri yayın. bu onların bir kez daha e-posta adresidir georgerogersfinancialloanfirm@gmail.com
    Teşekkürler.
    İşte bana bir şey sormak istersen e-posta adresim simonaoliver977@gmail.com

    YanıtlaSil
  7. Bilimsel bir araştırma esnasında yazınızla karşılaştım. Paylaşımınız için öncelikle teşekkür ederim. Bir sorum olacaktı. bu bilgilerin kaynakçası yok mu acaba? Ne yazı içerisinde ne de sonunda kaynak bilgisine ulaşamadım.

    YanıtlaSil
  8. Çadır sanatımız hakkında detaylı bilgi içeren anlatı için emeği geçenleri yürekten kutluyorum , kendim ve ulusumuz adına gönül borcumla teşekkür ediyorum .
    Araştırdığım onlarca yazı içinde en güzeli olduğunu söyleyebilirim .
    ---
    Çadır / çatır , Türkçe ÇAT , kökünden türemiştir .
    Bu çadırlara ÇUM , KAPA , ALAÇİK / LOÇİK , KEREGÜ / KEREKÜ / GEREKE , ÇERGE , ÇATIR , ÇETİR gibi isimler verilirdi .
    ---
    Üzerine çadır kurulu büyük arabaları da vardı .
    Pazırık kurganında çıkan arabanın boyutları çok büyüktü .
    Yüksekliği 3 metre , genişliği 3.35 metre , tekerleklerin çapı ise 2.15 metreydi .
    Çin kaynaklarına göre ; 100 lercesi düz bir çizgi gibi ilerlerdi .
    ---
    Hun Türklerinde çadır üzerine aplike tekniği ile yapılmış süslemeler görülür. Süslemelerde kaplanla dağ keçisinin, grifonla / tırnaklılar ile geyiğin kavgaları betimlenmiştir.
    ---
    Altaylarda yaşayan bir Türk boyuda Teleüt’lerdir .
    Teleüt’lerin çadırları yazlıktır . Koni şeklinde ve çalı çırpıdan oluşan bu çadırın üzeri ağaç kabukları ile kaplıdır .
    Bu çadırlar Kızılderili çadırlarına benzerlik göstermektedir .
    ---
    Sibirya bölgesinde olan Tuva Türklerinin çadırları daha çok Moğol çadırlarına benzer. Çok görkemlidirler .
    Tuva ‘lılar çok zorlu doğa koşullarına rağmen Türk kültürünü yaşatmaktadırlar . Batı Tuva’nın geleneksel barınağı keçeli çadırlardır .
    Doğu Tuva bölgesinde ise ‘’ Çum ‘’ adı verilen , iskeleti ‘’ UIK ‘’ adı verilen ağaç kabuklarından oluşan çadırlar yaygındır .
    Kış aylarında çadırın üstü Boğa derisi ile örtülür .
    ---
    Osmanlıdaki çadır çeşitleri .
    ---
    Kaynak
    ----------
    Kutlu Özen
    Dr.Kamil Güler
    www.edebiyadvesanatakademisi.com
    turkcuturanci.com
    Abdülkadir İnan ‘nın ‘’ Orta Asya Türklerinde Çadır ve Kımız ‘’ T.Folklor Araş .Temmuz 1973 sayı 288

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İdris Kulaçoğlu . 68 yaş. emekli diş dr.

      Sil