13 Aralık 2010 Pazartesi

TÜRK EVİNİN TÜRKİYE YILLARI VEYA BATILILAŞMA MACERASI

http://www.karabukdefterdarligi.gov.tr/IMAGES/safranbolu3.jpg
Türklerin yaşama mekanları tarihin en eski çağlarından beri içinde oturanlardan çok dışında 
kalanların ilgisini çeker.


Dişi kurdun çocukları ile M.Ö.1700’lere doğru tanışan Çinli gezginler ve kronikçiler eserlerinin bir bölümünü şimal komşularının yaşama mekanlarına ayırırlar. Ak keçeden yapılmış değirmi çadırlara duyulan ilgi, Hunların Orta Asya Türk birliğini sağlamasının ardından, daha da artar. Çinlilerin 1500 yıl boyunca bozkırlı göçebelerin barınakları diye küçümseyerek andıkları keçe çadırlar, Hunların yükselişiyle birlikte gücün simgesi olarak tasvir edilir. Orta Asya’ya ayak basan ilk Batılı gezginlerin ve en eski Grek tarihçilerin eserlerinde de, benzer anlatılara yer verilir.
Türklerin kitleler halinde İslamiyeti kabul etmeleri, bu kez Arap gezginlerinin bakışlarını Türk evlerine çevirir. Asya’yı bir uçtan bir uca gezen İbni Fadlan, Ebu Dulef İbni Cübeyr ve İbni Batuta gibi Arap seyyahların eserlerinde ak keçeden yapılmış değirmi çadırlardan ve bu mekanlarda yaşanan hayatlardan uzun uzadıya söz edilir. Türklerin ak keçeden değirmi çadırları öylesine ilgi çeker ki, bir çok Arap tarihçi eserlerinde Hazreti Muhammed’in bile bir seferinde bu çadırlarda oturup ibadet ettiğine dair haberler e yer verirler.
Selçuklu ve Osmanlı’nın kuruluş dönemlerinde; Anadolu’ya gelen ilk batılı seyyahlar, ancak dışını görebildikleri Türk evlerini “taş, kerpiç ve balçıkla örülü duvarlar”dan ibaret yapılar olarak tasvir ederler .Macera peşinde koşan bu “basit seyyahlar içeriye nüfuz etmedikleri için evlerin ancak fazla gösterişli olmayan dış kısımlarını anlatabilirler”.
http://www.tourguideinistanbul.com/resimler/Istanbul-eskiev.jpg
Türkleri, Haçlı Seferleri’ne katılan şovalye ve maceraperest seyyahların anılarından veya “Binbir Gece Masalları”nın abartılı anlatılarından öğrenen Batılılar; Türk eviyle karşılaştıklarında hayal kırıklığına uğrarlar. Tuna boylarında at koşturan “Muhteşem Türk”lerin bu mekanlada yaşadıklarını anlamakta zorluk çekerler. Daha sonra; bu basit yapıları, kendi görkemli şatolarıyla karşılaştırarak, büyük bir zevkle küçümser, hafife alır ve bu duygularla pembe hayaller kururlar. Dışarıdan baktıkları ve abartarak çizdikleri Türk evi resmini, zaten göçebe olan Türklerin feth ettikleri topraklarda kalıcı olmadıklarının işareti sayar; Avrupa başkentlerini sevince boğarlar.
İstanbul’un Fethi Ortaçağ’la birlikte Batı’nın Doğu’ya bakışını da değiştirir. Bu sürçte Türklerin ve Türk evinin Avrupadaki imajı da yenilenir; daha bir dikkatle incelenip tanımlanır. Kimi gezginler, “kadınlar dışarıyı görmesinler diye sokak tarafına pencere koyulmadığı için”. Türk evinin güzel görünmediğini anlatırken, kimileri de “yemekte konuşup eğlenmemek..‘Allaha şükür’ deyip sofradan kalkarak yerlerini başkalarına bırakmak.. hiç tanımadıkları kimseleri bile, sofralarına oturtmak gibi Türklerin iyi huylarından söz ederler .
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/01/17/00099843.jpg
Başlangıçta kağıt üzerinde kalan bu düşünceler, 15. Yüzyıl’ın ortalarından itibaren, Balkanlardan Baltık kıyılarına kadar uzanan geniş sahada, kültür ve sanatın bir çok dalını etkiler. Avrupa’yı bir baştan öbür başa “alaturca” modası sarar. “Türk gibi” olmak adına edebiyat, musiki ve ve mimaride önemli etkilenmeler gözlenir.
Balkanlı hristiyan şairler, Türkçe öğrenmek, okumak ve yazmak yarışına girer; Osmanlı-Türk edebiyatından etkilenip esinlenerek gazel, şarkı, kaside ve şarkı gibi divan tarzına özgü formlarda şiirler yazarlar. Türk düşmanlığıyla ünlü Sırbistan Prensi Miloş konağını, can düşmanı Osmanlı’nın özgün mimari üslûbunda, üstelik harem—selamlık geleneğine uygun iki ayrı bölüm halinde yaptırır.
Türkistan’dan sökün edip gelen Sarı Saltık ve Gül Baba gibi Yesevi dervişleri ile 12. Yüzyıl’da tanışan Balkan halkları arasında; özellikle İslamiyeti kabul eden Pomak, Arnavut ve Boşnaklar’ın yaşadıkları merkezlerde, Osmanlı Türkünün yaşam tarzı ile kültür ve mimari geleneğinden doğrudan etkilenen mabedler, kamuya açık binalar ve evler inşa edilir. Kırcali, İskeçe, Berat, Korça, Elbasan, Priştine, Üsküp gibi birçok yerleşim birimi, kısa sürede tipik Türk şehri görünümü kazanarak, Osmanlı-Türk kent uygarlığının oluşturduğu değerler sisteminin ayrılmaz bir parçası olur. Türk evi geleneğini öylesine candan benimserler ki; bu mekanlara adını ve kimliğini veren Türkiye Türklerinden daha çok sahiplenir, kollar, korur ve günümüze kadar ulaştırırlar.
17. Yüzyıl’ın sonlarında Batı’ya açılan penceresinin perdelerini aralayan Osmanlı Türkiye’sini değişik vesilelerle gezip görme şansını bulan Avrupalı aristokratlar,Türklerle meskun topraklara ayak bastıkları anda, konuk edildikleri mekanların büyüsüne kapılır; duygularını anlatacak kelimeleri bulmakta sıkıntıya düşerler. “Odaların büyüklüğü, inşaatın hafiflik ve rahatlığı, odadan odaya geçme kolaylığının verdiği ferahlık duygusu” ile coşar; sofada “mermer fıskiyeden fışkıran suların latif serinliği” ile kendilerin den geçerler.http://www.istanbul.net.tr/istfoto/gravur_tablo/buyuk/ist_ev1.jpg

“Bütün eşyası bir katırın sırtına yüklenebilecek kadar olan bu evlerde herşey Asya da yapılacak yeni bir göçe hazır vaziyettedir; hareket saati gelip çatınca, sadece : " inşallah olsun!" diyecek efendinin sakin sesinin duyulacağı tam manasıyla Müslüman ve sapsade evlerdir bunlar”. “Pek fazla süslü olmamakla beraber hoşa giden biçimlerde yapılı, zevkli ve kullanışlı”. buldukları bu benzersiz mekanları; Türk dünyasının, yakın ve uzak doğunun minyatürü olarak görmekle yetinmez, Türklerin tarihi gibi Türk evlerinin de niteliklerini, niceliklerini ve ikibin yıllık serüvenini araştırır, inceler ve yazarlar.
Yabancıların, özellikle de Batılıların beğenisini kazanan bu mekanlarda doğup büyüyen aydınlarımız ve sıradan insanlarımız, tıpkı “denizin içinde, deniz nedir bilmeyen balıklar” gibi Türk evini ve bu mekanlarda kök salıp gelişen kültürü, sanatı, folkloru ve mimarsız mimariyi görmezden gelirler.
Altı yüzyılda kaleme alınan altmış binden fazla el yazması veya taş baskı kitapta; Türk evi ve bu mekanda oluşan kültürü, sanatı ve uygarlığı anlatmak şöyle dursun; Sinan gibi bugün bile konuşulan bir dehayı yetiştiren mimariye dahi altı satırlık yer ayırmazlar. Evliya Çelebi gibi Osmanlı seyyahları ile tarihçilerinin gözünde; birkaç kelimeyle andıkları Türk evi, fiziksel ve nicel bir obje olmanın ötesinde hiçbir değer ve anlam ifade etmez.
İstanbul’un fethinden sonra ortaya yönetimde söz sahibi olan Enderunlu aristokratlar, tebası oldukları devletin bir Kayı Çadırı’nda kök saldığını hatırlamak bile istemezler. Oturdukları halının atkısında ya da kilimin çözgüsünde göz nuru bulunan göçebe Yörüğü; giydikleri kaftanın kumaşını dokuyan Bozok’lu Türkmeni hor görüp ağza alınmayacak sıfatlarla anmayı büyük bir marifet sayarlar. Ulusal kültüre ve devleti kuran asli unsura duyulan bu acımasız tepki, “Duraklama” ve “Gerileme” dönemlerinde; bir takım etnik, siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik etkenlerin de zorlamasıyla kıyım, kıyam ve kital boyutlarına ulaşır.

BATILILAŞMA SEVDASI

Aydınlanma çağının ardından büyük atılımlar gerçekleştiren ve her alanda Doğu’ya üstünlük sağlamaya başlayan Batı ile karşılıklı yakınlaşmanın başladığı 18. Yüzyıl’dan itibaren anormal bir aşağılık kompleksi ile, ulusal kültürel değerler neredeyse terk edilecek noktaya gelinir. Sıradan insanların yaşadıkları Türk evleri, herşeye rağmen kimliklerini özenle korurken; efendi köşkleri, paşa konakları ve bey yalılarının içi Batılı zevklerle renk değiştirir. Bu mekanların sakinleri, Fransa ve Avusturya’dan ithal edilen dokuma, mobilya ve diğer aksesuvarlarla dekore etmede amansız bir yarışa girerler. O tarihe kadar, Galata Bankerlerine işi düşmedikçe Pera’ya uğramayan varlıklı kesim, Yahudi, Ermeni, Rum ve İtalyan ticarethanelerin müdavimleri arasına katılırlar. Giyim ve kuşamda yeni “moda”lar oluşur.
Lale Devri ile başlayan “batı” sevdasının ilk elli yılında; önemli yapısal değişikliklerin yanı sıra, geleneksel sanat ve zenaatların sonunu hazırlayan “Frengistan” mamulleri kullanma gibi ekonomik ve sosyal boyutlu büyük krizler de yaşanır. III. Selim gibi batılılaşmanın ve yenileşmenin önünü açan aydın bir hükümdar bile, “Ben İstanbulkari sever ve giyerim, keşke tebam da giyse” diyerek resmi binalarda yerli dokuma ürünlerinin kullanılmasını emretmek ve devlet ricalinin İran, Hint veya bir başka yabancı ülkeden thal edilen kumaşlardan elbise giymelerini yasaklamak zorunda kalır.
19.Yüzyıl başlarında Osmanlı tahtına çıkan II. Mahmut, 18. Yüzyılda aralanan Batı kapısını, bir daha kapanmamak üzere, arkasına kadar açar. “Denize düşen yılana sarılır” diyerek “yılan” olarak tanımladığı Batı’da bulduğu hemen herşeyi tereddütsüz ithal eder. Yeniçeri ocağı topa tutularak ortadan kaldırılır. Mimarsız mimarimizin Ocaklı yapı ustaları, harcını alın terleriyle yoğurdukları kışlanın enkazıyla birlikte tarihe gömülür. Askerlik, sanayi, eğitim, sağlık, sosyal ve kültür alanlarında başlattığı projelerle “Batılılaşma”yı devlet politikası haline getirilir.
Öte yandan; sarık ve külahın fesle; kaftan, fistan ve şalvarın setre pantlonla; sedir ve divanın koltukla, Mehterin Mızaka-yi Humayun’la yer değiştirdiği bir dizi “gardrop devrimi” gerçekleştirilir. Batıdan esen bu şiddetli fırtına, Türk evini de toprağından söküp öteye beriye savurur. Önce dini yapıların mimari, yapı tür ve malzemeleri değişime uğrar. Bruno Taut’un “Sinan ın biçim ve strüktür arasında müthiş bir armoni” diye tanımladığı eserlerinin karşısına Avrupa’nın keskin çizgili kliselerini çağrıştıran ibadethaneler yapılır. Yavaş yavaş Türk evi mimarisine de yansıyan “yeni stil”, bugünlere dek uzanan kültürel erozyonun da habercisi olur.
Yüzyılın ortalarında yayınlanan geniş Tanzimat ve Islahat fermanları, İstanbul’un geleneksel yaşam tarzına yasal statü kazandırır. Yarım yüzyıl gibi kısa bir sürede, yeni tarzın gereği olarak batı tekniği ile Türk düşüncesinin karışımı anıtsal yapılar ve mekanlar inşa edilir. 1831’de imar çalışmalarını daha düzenli hale getirmek için, “mimarbaşılık” kurumu şehreminiliğiyle birleştirilerek, “Ebniye-i Hassa Müdürlüğü” kurulur. Böylece; daha önce azınlıkların yaşadıkları mekanların kimliğini belirleyen kat sayısı, malzeme ve renk gibi kurallar kaldırılarak, gayrı müslimlere eşit davranmak adına Türk evi kimliğinin yozlaşmana zemin hazırlanır.
“Bu değişim ve Batılılaşma çabaları içinde, Müslüman gruplar için hala geleneksel Osmanlı yaşam biçimi ve geleneklerinin sürdürülmeye çalışıldığı” gözlenir.
http://www.bydigi.org/wp-content/ev.jpg
Mekanlardaki biçimsel değişim, en çok içinde yaşatılan sosyal ve kültürel yapıyı bozar. İstanbul’da ve hayatın her alanında “moda” uğruna akla en gelmeyecek gariplikler sahnelenir. Pera, bugün olduğu gibi, kimliği dışarıdan bakıldığında pek anlaşılamayan yarı Osmanlı ve Türk yarı Batılı ve Frenk yeni tipler ve “nevzuhur” insanlarla dolup taşar.
Bir anlamda, günümüz varoşlarında boy veren ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında “Lüküs Hayat” diye adlandırılan “arabesk yaşam”ların “kozmopolit kültürü”nün tohumları, “İstibdat ve Birinci Meşrutiyet” dönemi İstanbul’unda oluşturulan “alafranga” mekanlarda atılır.

http://www.yeniresim.com/data/media/659/www.yeniresim.com_-_Trkiye_Resimleri_-_Karabk_-_Safranbolu_Evleri_erden_Grn.jpg“19. Yüzyılın sonuna doğru bu imar çalışmaları, kent içinde belirli noktaların, Batı kentlerinin etkili meydanları gibi, daha özenli bir biçime getirilmesine dek varmaktadır... Zaman zaman alınan kararlarla, kentteki bazı alanlara saat kuleleri dikilmesine, ya da bazı önemli sokak ve meydanlara, Paris ve diğer merkezlerde olduğu gibi, özel sektöre kiralanacak büfeler koyulmasına çalışılmaktadır. Ayrıca kentin çeşitli yerlerine koyulacak W.C. kabinlerinin de, sürekli olarak akar suyu olacağı ve geceleri iyi aydınlatacağı duyurulmaktadır”.
Bu dönemin ürünü olan okul, saray ve mabed leri şekillendiren batılı çizgi ve figürler; yavaş yavaş “efendi, bey, paşa konak ve köşkleri” ile boğaziçini süsleyen “zade yalıları”na ve yaşama biçimlerine de yansır. Tanzimat döneminin ünlü yazar ve şairlerinden Recaizade Mahmut Ekrem “Araba Sevdası” adlı romanında alaycı bir üslupla yerden yere vurur. Yeni yeni filizlenen Türk Tiyatrosu’nun ilk yerli eserleri de, bu bağlamda konu ve karekter sıkıntısı çekmez.
http://www.resimcity.com/data/media/143/www.resimcity.com_diyarbakir_resimleri_4.jpgİttihat Terakki’nin Meşrutiyet kadro ları siyasal siste mi değiştirmek ü zere işbaşına ge lir; ama, daha çok sosyokültürel ya pıları tahrip eder ve Osmanlı impa ratorluğunu kendi elleriyle yıkar. Batılılaşma” ya da “asrileşme”nin adı “terakki” ola rak yenilenir; ka dim dost Fran sa’nın yerini Al manya, Frenkperestlerin kolduğunu Alman muhibleri işgal eder. İkinci Meşrutiyet’in siyasal doktrininin temel taşı olan milliyetçilik kavramının içinde Türk evine ve kültürel kimliğine de yer verilir. Osmanlı Asya’sının Torosların güneyinde kalan ve müslüman tebayla meskun verimsiz topraklarına; Çanakkale Savaşı’nın bütün şiddetiyle devam ettiği yıllarda bile, Dersaadet’in gücünü simgeleyenTürk evleri ve Alman patentli kamu binaları inşa edilir.
Ancak; “terakki” depremi, Osmanlı başkentinde Türk evinin “ittihad”ını ve fiziksel varlığını sarsmakla kalmaz; mekan geleneğini de yaralar. Gösteriş, görgüsüzlük ve “alafranga”lık modası, geleneksel sadeliği ve özgünlüğü büyük ölçüde tahrip eder; “eski başkente yeni adetler” getirilir. Bu kısa dönemde Fatih’teki baba evini terkedip Pera’nın yakınında; Şişli ve Osmanbey gibi yeni semtlerdeki apartmanlarda yaşamak, batılılaşmanın “farz”larından sayılır. Sofa salon, dehliz koridor ve kafes panjur olur; bahçe de garden.

KANLA İRFANLA KURDUK

Türk insanı, mensubu olduğu kültürün farkını, ancak Cumhuriyet döneminde ve Atatürk ilkelerin aydınlığında farkeder. Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan aldığı acı dersle kendine döner. Atatürk’ün öncülüğünde, kalabılkları ulus yapan değerleri yeniden kefşeder; ulus olmanın bilincine varır ve gereklerini yerine getirir. Bu bilinçle İmparatorluğun enkazı altından çıkardığı otantik ev ve eşya gibi maddi kültür ürünlerini onararak koruma altına alır; yaşatmak için gereken herşey yapar. Anadolu coğrafyasını hallaç pamuğu gibi atarak köklerini toprağın derinliklerinde arar. Özgün tarih, dil, kültür ve uygarlık teorileri geliştiririr.
Bu sırada bir çok doğrunun yanında, ayrıntı gibi görünen hayati yanlışlar da yapılır. Türk evi uygulamalarında kültürel kimliğinin ayrılmaz parçaları olan temel duygu, düşünce ve hayat felsefesi gözardı edilir. “Çağdaş uygarlık” adına Batıdan alınan mimari öğeler yorumlanmadan, yeniden biçimlendirilip ulusal nitelik kazandırılmadan doğrudan uygulamaya geçilir. Türk halkının kendine özgü yorumu ve çözümlemesi yerine, Batıda başarıyla uygulanan şablonlar ve ünlü mimarlar ithal edilir.
Türkiye’ye davet edilen veya iltica eden Avrupalı mimarlar; “modernleşme amacıyla geliştirilerek uygulanan Batıdan ithal edilmiş, çevrede herhangi bir cisim gibi duran binaların Türkiye’nin sosyal, doğal ve kültürel yapısıyla uyuşmayacağı” fikrinde birleşirler. Genç Türk mimarlarına yanılgıları göstererek, çağdaş Türk mimarisini sanık sandalyesine oturturlar.
İsviçreli mimar Ernst Egli: Ankara’da modern adı altında ortaya çıkan ve bulundukları çevreye yabancı duran Avrupa tipi villaların Anadolu ev tipleri için hiçbir zaman örnek olamayacaklarını belirterek, “geleneksel Anadolu evinin yeni Türk konutu için model olması gerektiğini” söyler. Ünlü Alman mimar Bruno Taut da, Türk evinin; mimarların Kübik mimarlık modasından kendilerini kurtardıkları zaman, yani iklimin önemi yeniden kavrandıklarında ortaya çıkabileceğini belirterek, Türk evine giden yolu çizer. Ancak ve her ne hikmetse, mimarların zikri fikirlerini tutmaz.
1944’de yayınlanan bir makalesinde ”milli ve kendi toprağına bağlı olmayan kültürün yarattığı eserin boş ve geçici kalmaya mahkum olduğunu” söyleyen Paul Bonatz, aynı hassasiyeti Saraçoğlu Mahallesi ndeki apartman tasarımlarında göstermez. Bu binalara “cephelerinde, giriş üstündeki katların destekler üzerine yaptığı cumba benzeri çıkmalar, dar dikdörtgen biçimli pencereler, geniş saçaklar ve sacdan yapılmış kafes desenli korkuluklarıyla Türk evi görüntüsünü kazandırırken, aynı kimliği iç mekanlara vermeyi düşünmez.
Savaş yıllarında Türkiye’ye gelen Wilhelm Schütte; Saraçoğlu Mahallesi’ndeki apartmanlar ile benzer tasarım ve uygulamaları, “Ankara ve İstanbul un yeni birçok apartmanında Avrupa konutlarında olduğu gibi sofanın bir koridordan ibaret oluşunu” şiddetle eleştirir. Bu anlayış, algılayış ve uygulamaları yanlış bulduğunun altını çizerek geçici olmasını ve “Türk evinin geleneğinde varolan sofanın yeniden canlanmasını temenni” eder.

http://www.fotografevi.com/ajanscalismalar/1%20(33).jpg

Gözlenen kimlik bunalımı dönemin hikaye ve romanlarına da konu olur. Falih Rıfkı Atay “Taymis Kıyılarında”, ”İngiliz Home”u ile Osmanlı konağını karşılaştırarak, düşlediği çağdaş fakat ulusal Türk evinin anlatır. Reşat Nuri “Yaprak Dökümü”nde, “lüks hayat” şarkılarıyla çatırdayan Türk evinin içine girer; geleneksel yapı ekseninde, batılılaşmayı yanlış anlamaktan kaynaklanan sosyal yıkımı dramatize eder. Yakup Kadri “Kiralık Konak”ta yaşanan hayatların öyküsüyle bugünlere ışık tutar. Yahya Kemal, Ahmet Hamdi ve Abdülhak Şinaşi gibi şairler de, genç kuşakların gözlerini Türk şehirlerine çevirerek, yozlaşmanın önüne set çekmeye çalışırlar.
Türk evinin ve Türk evi kimliğinin ciddi biçimde ve akademik düzeyde ele alınması da bu yıllarda başlar. 1940’larda Güzel Sanatlar Akademisi bünyesinde, Türk evi ve Türk mimarisi alanında kaybolan yeteneklerin, duyarlılığın ve bilincin kazandırılması amacıyla önemli adımlar atılır. Yukarıda adlarını andığımız yabancı mimarların da görev aldığı Güzel Sanatlar Akademisi”nde Sedat Hakkı Eldem ve etrafındaki genç mimarlar kültürel değerleri anlatma, koruma ve yaşatma yolunda yoğun çabalar harcarlar. Yaptıkları araştırma ve ortaya koydukları eserlerle, günümüze kadar uzanan çok ciddi bir çalışma sürecini başlatırlar.

http://www.ucuzotel.gen.tr/otelresim/urgup-evi.jpg

Bu yoğun çalışmalar; henüz birincisinin külleri soğumadan patlak veren ikinci büyük döneminde hızını kaybeder. Türkiye bütün imkanlarını, savaş öncesinde ve sonrasında yaklaşık onbeş yıl, savaş cehenneminin ortasında yer almadan varlığını ve bağımsızlığını sürdürmek yolunda kullanmak zorunda kalır. Savaşı izleyen yıllarda oluşan uluslararası dengeler ile ekonomi ve toplum yönetimi anlayışı; tarımı, hayvancılığı; emeğe dayanan meslek ve zenaatlar ile bireysel işletmeleri geri plana atarak, otomasyona dayalı “sanayi”yi öne çıkarır. Kentleşme uygarlığın, apartman çağdaş yaşamın belirleyici ilk ölçütü olur.
Bu anlayış ve algılayış ekseninde gelişerek yüzyılın karakteristiği haline gelen sanayileşme, ekonomik büyüme, göç, hızlı kentleşme, nüfus artışı ve küçük aile gibi yeni olgular, geleneksel pekçok yapı gibi, yüyılda yüzden fazla reform darbesiyle sarsılan Türk evinin yıkım kararı olur.
Tarımda makinalaşma ve mülksüzleşme sonucu işini yitiren köylüler, yeni geçim imkanları bulmak için şehirlere göç eder. Cumhuriyet’in ilanından 40’lı yılların başına kadar yeni Türk evi kimliğini oluşturmaya çalışan Türkiye, 1945’lere doğru yepyeni ve bir yönüyle Anadolu’ya geldiği ilk günleri hatırlatan yaşama mekanları ve çevreleriyle tanışır. Gecekondu ve varoşlar... Ankara Belediyesi’nin sınırları içindeki gecekonduların durumlarının iyileştirilmesi ve yeniden gecekondu yapacak olanlar arsa sağlayarak gecekonduculuğun önmesi amacıyla 1948’de çıkarılan 5218 sayılı yasa ile hukuki kimlik kazanan gecekondu olgusu; çarpık yapıları, düzensiz yerleşimi, özgün ekonomisi, kültürü ve yaşama biçimi ile hayatının ayrılmaz bir parçası olur.

http://img2.blogcu.com/images/l/a/l/laletasarim/hause_earth.jpg

GECEKONDU DEMOKRASİ YILLARI...

1950’lerin liberal ortamında; “Muasır Medeniyet” kavramı, “Türkiye’yi küçük Amerika”, Ankara’yı Washıngton, İstanbul’u New York yapmak ve “her mahallede bir milyoner yaratmak” biçiminde yorumlanır. Birleşmiş Milletler, Nato, A.B.D. ve Marshall Yardımı gibi olgularla cilanan bu hedefe ulaşmak için, he getirip ne götüreceği üzerinde pek fazla durulmadan çalışmalara başlanır. Geleneksel sakin ve sade Türk şehirlerinin yeni kimlikleri, zaman zaman Başbakan’ın da katıldığı toplantılarda masa başında tasarlanarak uygulanmasına karar verilir.

http://lh4.ggpht.com/_QjXrnjCgLtA/Sr6hsZlQkpI/AAAAAAAABqU/2KTFpgztP-8/s800/ara-guler.jpg

Geniş bulvarlar, düzgün geniş caddeler, yayvan sokaklar, büyük meydanlar ve kavşaklar açmak uğruna;Türk tarihinin anıtsal yapıları yerle bir edilir. Mahallesinin ilk milyoneri arzusuyla yanıp tutuşan mirasyediler, bahçe içindeki konaklarının yerine, çok katlı apartmanlar ve işhanları dikerler. 40’lı yılların sonlarında bir göçebe obasını andıran gecekondu mahalleleri, giderek şehirle birleşip bütünleşmeye ve yeni bir yaşama biçimi geliştirmeye koyulurlar. 1953’te gecekondu yapını yasaklamak üzere çıkarılan 6188 sayılı Bina Yapımını Teşvik Yasası, yürürlükte kaldığı 15 yıl içinde, başta gecekondu yapını önlenmesi olmak üzere, belirlenen hiçbir amacı gerçekleştiremez.Sadece yürürlüğe girdiği tarihe kadar yapılmış bulunan gecekonduları yasallaştırır.

http://galeri.milliyet.com.tr/2009/6/13Ara_Gulerin_siyah_beyaz_Istanbulu/40.jpg

Büyük kentleri kuşatan yeşil alanlar gecekondu ve varoş gerçeğiyle çirkinleştirilirken, merkezi semtler ile eski mahallelerin beton yığınına dönme yolundaki çalışmaları ivme kazanır. Bankalar ve bazı hayır kurumları, düzenledikleri piyango çekilişlerinde; İstanbul ve Ankara’nın “en mutena semtlerinde” apartman daireleri dağıtarak, farkında olmadan Türk evlerine savaş açarlarlar. Lale Devri ve sonrasını çağrıştıran bu ortamda, varlığını koruyan geleneksel yapıların iç mekanlarının mobilya mefruşatı ile içinde yaşayahnların giyim kuşamları Avrupai ve Amerikanvari öğelerle kişiliksiz yeni bir kimlik sergiler. Savaş sonrasına kadar “orta sınıfa dayalı sosyal yapı”sı ile farklılık gösteren Türk toplumu iki marjinal uçta kümelenir.
60’lı yıllarda gecekondu ve varoşlar kent yaşamının vazgeçilemez bir parçası haline gelir. Başlangıçta “çift çubuk sahibi olacak kadar para kazandıktan sonra” sılaya dönmek üzere bir başlarına gurbete göçen aile reisleri, 60’lardan itibaren temelli şehirli olmaya karar verirler. 50’lerde sefaleti simgeleyen gecekondu mahallelerinin görünüşü hızla değişir; düzgün ve gidebildiği yere kadar altyapı ve ulaşım imkanlarından yararlanan yerleşim alanlarıda dönüşür. Merkeze yakın gecekonduların yerinde çok katlı konutlar yükselmeye başlar. Varoş sakinlerinin hayat tarzı ve dünya görüşü de bu süreçte radikal değişimlere uğrar;moda ile gelen kentlilik özentisi hayatlarının her alanını ve anını etkisi altına alır.
1961 Anayasası’nda yer alan belediye başkanlarının tek dereceli ve çoğunluk sistemi ile seçilmeleri hükmü; gecekondu sakinlerini karar mekanizmaların seçiminde büyük bir güç haline getirir. 60’lara kadar “gecekondu sorunu’nu çağrıştıran varoşlar, 17 Kasım 1963’te yapılan ilk yerel yönetim seçimlerinde “oy deposu” görünümü kazanır. Büyük kentlere göçün önü daha da açılır. 1966’da çıkarılan 775 sayılı Gecekondu Yasası ile sorunun planlı bir şekilde çözümü konusunda köklü ilkeler benimsenir. Ancak; gerek bu yasada ve gerekse bu yasa çerçevesinde oluşturulan kalkınma planlarındaöngörülen politikaların bir bölümü uygulanmadan rafa kaldırılır, uygulamaya koyulanlar da fazla etkili olmaz.

http://www.sirince-evleri.com/SirinceImages/feimg/tarihce/karlisirince.jpg

1970-1980 döneminde; yerel yönetimler “oy deposu” olarak görgördükleri varoşlarınulaşım ve altyapı sorunlarını çözer; kentle bütünleşmelerini hızlandırarak gecekondu arazilerinin değer kazanmasına katkı sağlarlar. Gecekondu olgusu bir barınma ve mekan sorunu olma niteliğinden sıyrılarak arsa spekülasyonu ve rant kavgasına dönüşür. Enflasyon nedeniyle kenti çevreleyen toprakların değerlenmesi, varoşlarda köyden kente göç edenleri ikinci plana iterek “yap-satçı müteahhit”leri ve “arazi mafyası”nı öne çıkarır. Ekonomik gücü yeten aileler gece kondularını tek katlı binaya dönüştürürken, bu imkana sahip olmayanlar arazilerini kat karşılığı müteahhitlere vererek apartman hayatına geçerler.
12 Eylül 1980 müdahalesi Türk evinin değişim sürecinde yeni bir başlangıç olur. 83’ün sonlarından itibaren her alanda gözlenmeye başlayan “gelişim”, “değişim” ve “dönüşüm” coşkusuyla, gecekondu ve çarpık kentleşme sorunlarını çözmek üzere yeniden yapılanmaya gidilir.
Ankara, sadece ve doğrudan “konut sorunu”yla ilgilenmek üzere “Toplu Konut İdaresi” ve “Arsa Ofisi” gibi yeni birimler kurulur. Konut yapını kolaylaştırıp teşvik eden yasal düzenlemeler yapılarak, finansman kaynakları bulunur. Yerel yönetimlerin, gerek toplu konut kooperatiflerine öncülük ederek, yeni yerleşim alanlarına arsa üreterek konut sorunun çözümüne katkıda bulunmaları sağlanır. Evin ayrılmaz parçası olan Türk ailesini araştırıp geliştirmek amacıyla Başbakanlık’a bağlı bir Türk Aile Kurumu oluşturulur.
Geçmiş dönemlerde ülkenin değişik bölgelerinde inşa edilen “sosyal mesken”,“afet evleri” vb. konut tiplerinin tasarım, teori ve pratiğinden edinilen el çabukluğu ile, çok kısa sürede büyük projeler üretilir ve hayata geçirilir. Geçmişte olduğu gibi, bu bu konutlarda oturacak olanların sosyal, kültürel ve ekonomik yapıları ile yaşama biçimleri göz önünde tutulmaz.
Kent merkezlerine birkaç dakika mesafede, yeşil alanlı, yüzme havuzlu, saunalı, otoparklı, alışveriş merkezli, okulu ve camii olan ve uygun ödeme koşullu “toplu konut”, “site” ve “uydu kent”lere gündüz kondurulan merkezi ısıtma sistemli, çift asansörlü, tabanı halı döşeli ve uydu antenli bloklarla, binlerce aile konut sahibi yapılır. Fiziksel ve nicel anlamda da olsa, konut sorunun büyük bir ölçüde çözüldüğü; insanların çağın bütün nimetleriyle donatılmış sıcak, rahat ve güvenli konutlarında huzur içinde yaşadıkları, yaşama çevrelerinden memnun ve mutlu oldukları ileri sürülür.

http://makaleler.ahsapkarkas.com/images/editor/Image/gelenekselegeevleri,ege,geleneksel,turkevleri,gelenekselturkevleri,ahsapevler,ahsap,tahtaev,tahta.jpg

90’lardan itibaren bin yıllık Türk şehirlerine, Türk evi kimliğinden, daha da önemlisi binayı ev yapan hayat felsefesinden uzak, ruhsuz, sevimsiz fakat gösterişli beton yığınlarıyla çağdaş, güvenli ve yaşamı kolaylaştırıcı mekanlar kazandırıldığı zannedilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder